-- Sorunlarımızla Yüzleşmek

İLERLEYEBİLMEK İÇİN ÖNCE GEÇMİŞİMİZLE YÜZLEŞMEK

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page

Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde 9 Şubat’ta açılan 5. Üsküdar Kitap Fuarı 17 Şubat Pazar akşamına kadar açık kalacak. Şaşırtıcı derecede ucuz fiyatlara bulabileceğiniz binlerce kitap yanında gün boyu devam eden söyleşi, sohbet ve imza etkinliklerine de katılabileceğiniz fuara ailece gitmenizi tavsiye ederim. Fuardan heyecanla aldığım yeni kitapları beklemeye alarak, elime yeni geçen bir başka kitaba dikkatinizi çekmek istiyorum.

Editörlüğünü Haseki Dinî Yüksek İhtisas Merkezi Müdürü Dr. Adil Bor Hoca’nın yaptığı Haseki Konferansları, Mart 2015 – Ocak 2018 tarihleri arasında Merkez’de gerçekleştirilen konferanslardan on üçünün metinlerini ihtiva etmektedir (1). Gelenekten geleceğe İslam Âlemi’nin çeşitli meselelerine temas eden ve dikkatle okuduğum bu konferans metinlerinden size de bir demet sunmak istiyorum.

İslam’ı İyi Temsil Etmek: Samimi, Dürüst ve Takvalı Olmak

Marmara Üniversitesi’nde tefsir bilim dalında yüksek lisans eğitimimi alırken hem dersimize gelen hem de tez danışmanlığımı yapan İslâmî İlimler Araştırma Vakfı (İSAV) Mütevelli Heyet Başkanı Prof.Dr. Ali ÖZEK, Haseki Eğitim Merkezi’nde 5 Mart 2015 tarihinde vermiş olduğu “Din Eğitimi ve Kur’an’ın Rehberliği” başlıklı konferansta iyi örneklikle İslam’ı temsil görevimizi şu şekilde anlatmıştır:

“Çeşitli ülkelerden Müslüman olan insanlar Müslümanların gayretiyle Müslüman olmuyor. Birçok kimse Kur’an’ın tercümesini okuyor ve dikkatini çekiyor, sonra da ilgileniyor, ilgilenince de hidayet yolunu buluyor.

Yusuf İslâm ile Londra’da bir gün beraber oturduk. Bana nasıl Müslüman olduğunu anlattı ve dedi ki: “Benim bir futbolcu kardeşim var. Libya’ya maça gitmişti. Oradan İngilizce Kur’an tercümesi getirmiş ve bana; “Al şunu sen oku, ben bununla ilgilenmiyorum.” demişti. Ben de alıp bir kenara koymuştum. Aradan bir hayli zaman geçmişti. Bir gün canım sıkılmıştı. Bakınırken Kur’an tercümesi gözüme ilişti. Alıp okumaya başladım. Okudukça dikkatimi çekti, daha dikkatli okumaya başladım. Neticede kendime göre araştırdım, başka kitaplar da bulup okudum ve ondan sonra Müslüman olmaya karar verdim. Adımı da Yusuf İslâm olarak değiştirdim.”

İşin asıl garibi, Müslüman olduktan sonra, bu Müslümanlar nasıl yaşıyor, nasıl insanlardır, ülkeleri nasıldır diye çok merak etmiş. Bir İslâm ülkesine gideyim diye karar vermiş ve Mısır’a gitmiş. Orada halkın durumunu görünce “yanlış mı yaptım acaba” diye içine bir şüphe gelmiş!  “Benim anladığım Müslümanlık böyle değil, Müslümanları farklı gördüm ve ben imanımı kaybettim!” diye korkmaya başlamış. Sonra aklına bir şey gelmiş. “Gördüğüm bu insanlar Müslüman ama Müslümanlığı bu kadar anlıyorlar. Bunların hayatı, davranışı böyle.” diye düşünmüş. Niyeti sahih olduğu için Cenâb-ı Allah onu o şüpheden kurtarmıştır. Ondan sonra yoluna devam etmiştir.

“Yâ Rabbi! Göz açıp kapayacak kadar bir zaman bile olsa beni nefsime bırakma.” diye bir dua vardır. Dikkat edin, insanın en büyük düşmanı kendi nefsidir. İnsanın içinde iyi de vardır kötü de. Bunlar insana yerleştirilmiştir. Onun için Allah’a sığınırız. Korku ile reca arasında olunmalıdır. Ne kadar büyük bir âlim olursan ol, ne kadar dindarım dersen de bunların hiçbirinin garantisi yoktur. Tek garanti, Allah’ın koruması, korku ile ümidin bir arada olmasıdır.

Eskiden papazlar Hıristiyanlara cennetten arsa satıyorlarmış. Günümüzde birçok hoca ve şeyh de; “şöyle yaparsan cennete girersin, beni dinlersen kurtulursun” gibi ifadelerle Müslümanları kandırıyorlar! Bunlar yanlıştır. İnsanları kandırmak kolaydır.

Başka dinden İslâm’a dönenler Müslümanlara bakarak Müslüman olmuyor; Kur’an’ı okuyarak Müslüman oluyorlar. Bunun belki istisnası vardır ama zordur. Çünkü biz Müslümanlar iyi örnek olamıyoruz. Eskiler oluyordu. Müslümanlar İslâm tarihinde ilk asırda dünyanın bilinen bölgelerinin hepsini fethetmiş, fethedilmeyen çok az yer kalmıştı. Nasıl yaptılar bunu? Çünkü o Müslümanlar iyi örnekti.

Dinin esası samimiyettir. İnanacaksın, samimi olarak bağlanacaksın. Bir de dürüst olacaksın. Dürüst değilsen Müslüman olmuşsun ya da olmamışsın o kadar önemli değil. Allah Rasulü (s); “Güzel ahlâk gibi bir asalet olamaz.” buyuruyor. Yani bir insanın davranışı dürüst, ahlâkı güzelse, işte o en büyük asalettir. Babası, annesi falancadır, filancadır, bu hiç önemli değildir. Aynı şekilde haramlardan kaçmak kadar da bir takva olamaz…” (2).

İlim ve Fikir Alanında İlerlemek İçin Geçmişimizle Yüzleşmek

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden emekli Prof.Dr. Mahmut KAYA, İhtisas Merkezi’nde 30 Kasım 2015 tarihinde verdiği “Geçmişimizle ve Kendimizle Yüzleşmek” başlıklı konferansta Osmanlı Devleti’nin ilim ve fikir alanında zayıf kalmasının sebeplerini anlatmıştır:

“Osmanlı coğrafyasındaki medreselerin yüzde doksan beşi ortaokul seviyesindeydi. Yüksek tahsil veren medreseler İstanbul’da bulunuyordu. Dikkatinizi çekmek istediğim bir başka husus, Osmanlı ulema sınıfının bürokrat olduğu gerçeğidir. İlmî araştırma yapmak ise ulemanın kendi ihtiyarına bırakılmıştı. Bu yüzden 623 yıl gibi uzun süren bu dönemde akranları arasında eserleriyle temayüz edenler, her asırda bir eldeki parmak sayısını ne yazık ki geçmiyordu. Mesela Osmanlı’da şeyhülislamlık makamına yükselenlerin sayısı 130 civarında olduğu halde, ilim hayatımıza katkıda bulunacak nitelikte eser sahibi olanların sayısı maalesef onu geçmez. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte ben sadece birkaç hususa dikkat çekmek istiyorum:

  1. Bilindiği üzere medresede ilim dili Arapça idi; Mısır, Şam ve Bağdat gibi ilmî muhitlerde yeterince ikamet edenler hariç, ulema Türkçe düşünüp Arapça yazmaya kalkışınca gerçekten zorlanıyor ve kendinden beklenen başarıyı gösteremiyordu. Dahası, Arapça yazmak prestij meselesi kabul edildiği için Türkçe yazmak da işine gelmiyordu. Ayrıca o dönemde Türkçe ilmî terminoloji henüz yeterince gelişmiş de değildi. Halkın dinî ve ahlaki ihtiyaçlarını karşılamak, edebî ve destani duygularını tatmin etmek üzere Türkçe yazanlar ise genellikle ulema sınıfından sayılmayan ve halkın “kır mollası” dediği mahalli hocalardı.
  2. Bir başka husus, 19. yüzyılın son çeyreğine gelinceye kadar Osmanlı’da Türkçenin gramerinin yazılmayışıdır. Bu yüzden medrese eğitimi Arapça gramer ağırlıklı olmak üzere uzun yıllar sürüyordu. Aynı bilgileri içeren metinler art arda okutulmakla kalmıyor, bu metinler üzerine yazılan çeşitli şerhler ve şerhler üzerine yazılan hâşiye ve taʻlîkâtla meşguliyet uzun yıllar alıyordu. Asıl üzerinde yoğunlaşılması gereken dinî ilimlerden ziyade âlet ilimlerine gereğinden fazla önem verildiğinden, âdeta vasıta konumundaki dilbilgisi gaye gibi telakki ediliyordu. Maalesef günümüzde, hâlâ medreseyi idealize ederek “merdiven altı eğitim” yöntemiyle gençlerimizin yıllarını heba edenler ve buralardan kendilerine rant devşirenler, dahası, halk nezdinde ulemadan sayılıp itibar görenler var.
  3. Ulemamız Türkçenin gramerini yazmadığı gibi lügatini de yazmamıştır. İlk defa Türkçenin lügatini yazan Osmanlı vatandaşı bir Arnavut olan Şemseddin Sami’dir ve kendisi ulema silsilesinden değildir. Grameri ve lügati olmayan bir dilin kabile ve aşiret dilinden ne farkı var! Böyle bir dille ilim yapılabilir mi? Bu ortamda yetişen insan ne kadar üstün zekâlı olursa olsun, evrensel düzeydeki düşüncelerini olanca derinlik ve inceliğiyle ifade edebilir mi? Oysa dil, bir milletin öz kimliğidir. Dil, düşüncenin temel malzemesi olduğu için biz kelimelerle düşünür ve her alandaki başarılarımızı dil ile ortaya koyarız.
  4. Medrese eğitiminde görülen önemli eksikliklerden biri de tarih ve coğrafya derslerine müfredatta yer verilmemesidir. Üzerinde pek fazla durulmayan bu eksikliğin, bir ilim adamının zihin dünyasında nasıl bir karışıklığa yol açtığını düşünelim: Bizim zihin yapımız her şeyi, her olgu ve olayı zaman ve mekân çerçevesinde algılar ve anlamlandırır. Zira zaman ve mekân zihnimizin temel iki kategorisidir. Tarih ilmi bize zaman fikrini, coğrafya ise mekân bilgisini verir. Biz insan olarak her olayın hangi zamanda ve nerede meydana geldiğini ancak bu bilgilerle anlarız. Şayet bu bilgilere sahip değilsek, okuduğumuz ve duyduğumuz bilgileri zihnimizde bir yere yerleştiremeyiz ve anlayamayız. Elbette ki bunun sonucu zihnî bulanıklık ve korkunç bir kaostur. Bu önemli eksikliğin ancak 1914’teki “Islâh-ı Medâris” programıyla giderildiğini görmekteyiz.
  5. Bilindiği gibi Osmanlı devlet sistemi temelde üç kurum üzerine oturmaktaydı: Seyfiye (ordu), kalemiye (bürokrasi) ve ilmiye. Gerçekten de devleti 623 yıl ayakta tutan etkenler, güçlü bir ordu ve bürokrasi ile bilgi üretmekten ziyade daha önce üretilmiş olan bilgileri bir şekilde tekrarlayıp aktaran ilmiye sınıfı idi. Çünkü İslami ilimler alanındaki verimli çalışmalar ve tedvin hareketi, kendi içinde klasiklerini vücuda getirmiş, en olgun düzeye ulaşmış ve artık duraklama dönemi başlamış bulunuyordu. Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesine çıkışı da tam bu döneme rastlamaktadır. Biliyoruz ki, sistemleşmiş, her alandaki kurumlarıyla oturmuş ve yerleşmiş bir medeniyette, yeni bir ilim ve fikir hareketinin ortaya çıkması gayet zordur. Ayrıca Osmanlı bir tarım toplumu olduğu için statik bir yapıya sahipti. Bu gibi toplumlarda yeni fikir hareketlerini tetikleyecek olaylara pek rastlanmaz. Dolayısıyla 13. yüzyıla kadar üretilen bilgi ve tecrübe birikimi, sorunlarını çözme konusunda Osmanlı’ya yetiyordu…” (3).

Sahabe Dönemi İhtilaflarından Doğru Dersi Çıkarmak

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Tarihi hocası olarak görev yapmakta olan Prof.Dr. Adnan DEMİRCAN, 18 Ocak 2016 tarihinde İhtisas Merkezi’nde vermiş olduğu “Sahabe Dönemi İhtilafları” konulu konferansında günümüzdeki ihtilafların çözümüne de ışık tutan şu açıklamaları yapmıştır:

“Hem takriben 30 yıl olarak kabul ettiğimiz Raşid Halifeler dönemi hem de Emevîler döneminin üçte ikilik kısmı Ashab Dönemi olarak düşünülmelidir. Bu dönemin çok iyi bir şekilde tahlil edilmesi gerekir. Bizim ilk üç asırda yazılan ilk dönem klasik eserlerimizde bu dönemi tahlil edip anlamamıza imkân verecek çok malzeme vardır. Ancak mezhepleşme süreciyle birlikte artık mezhepler kurumsallaşıp İslâm dünyasında düşünce kodlarını belirleyince, tarihi geriye doğru okumak suretiyle her mezhep kendi tarih anlayışı çerçevesinde bir tarih inşa etmiştir. Öyle ki Allah Rasulü döneminde meydana gelen bazı hadiseler de bu anlayışlar çerçevesinde kurgulanmıştır.

Geçmişte meydana gelen hadiseleri genel çerçevesiyle biliyoruz; ancak bu hadiselere verdiğimiz anlam, sonradan oluşturduğumuz paradigmalar çerçevesinde şekillenmektedir. Evet, mezhebî algılar çerçevesinde tarihi geriye doğru okuyarak anlamlar inşa etmişiz. İnşa ettiğimiz anlamlar çerçevesinde de o dönemde yaşamış olan insanları konumlandırıyoruz. Mesela Haricîler, kendi görüşlerini paylaşmayan Müslümanları çok ağır sıfatlarla itham edip tekfir ediyorlar. Bu insanlar, din kardeşlerine karşı neden bu kadar katı bir görüşe sahip oluyorlar? Çünkü kendi görüş ve inançlarını temellendirmek için tarihi geçmişe doğru okuyarak yeniden inşa ediyorlar. Bu ‘inşa edilen’i de sonradan gelenler ‘hakikat’ zannediyor! Müslümanlar geçmişteki hadiselere genelde mezhebî perspektiften baktıkları için sürekli geçmişte yaşamış olan insanlar hakkında değerlendirme yaparken; “Acaba falanca cennete mi gidecek yoksa cehenneme mi?” diye düşünüyorlar. Oysa hiç kimsenin birilerini cennete ya da cehenneme gönderme yetkisi ve hakkı yoktur!

Sahabe döneminde Müslümanlar arasında meydana gelmiş olan iki önemli büyük fitne var. Bunlardan biri Hz. Peygamber’in dâr-ı bekaya irtihalinden çeyrek asır sonra Müslümanlardan bir grubun Medine’ye giderek Müslümanlar arasında halifenin evini kuşatıp, evin içerisine girip onu katletmeleriyle başlayan, Hz. Ali’nin bir Hâricî tarafından katledilmesi ile devam eden ve Hz. Hasan’ın Muâviye ile barış yapmasıyla sonuçlanan süreçtir. Birinci fitne dönemi beş yılı aşkın bir zaman sürmüş; Müslümanlar arasında çeşitli savaşlar meydana gelmiştir.

İkinci fitne dönemi Muâviye’nin oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmesiyle başlamış ve Yezîd’in halife olmasıyla çıkmaza girilmiştir. Hz. Hüseyin Yezîd’in veliahtlığına karşı çıktığı gibi halife olduğunda da ona biat etmemiştir. Yezîd’in halifeliğe gelişinden birkaç ay sonra, hicrî 61 yılının başlarında (m. 680) meydana gelen Kerbela hadisesi, ikinci fitne döneminin -etkileri günümüze kadar uzanan- en kritik olayıdır. İkinci fitne dönemi, hicrî 73 (m. 692) yılında Abdullah b. Zübeyr’in Mekke’de Emevî ordusu tarafından muhasara edilerek öldürülmesiyle son bulmuştur.

Yıllarca devam eden iki fitne hadisesi de Ashab Dönemi’nde meydana geldi. Bu iki fitnenin vuku bulduğu yıllarda sahabiler hayattaydı. Birinci fitne döneminde Ashab’ın toplum üzerindeki ağırlığı ikinci fitneye göre daha fazlaydı. Çünkü birinci fitne hicrî 35 ile 41 yılları arasında, ikinci fitne ise 61 ile 73 yılları arasında meydana gelmişti.” (4).

Siyasi İhtilafları Akide Alanına Taşımaktan Kaçınmak

“Bu çatışmalar esası itibariyle siyasidir. Nitekim Hz. Ali ile Muâviye Sıffîn’de savaşırken bir dinî hükmün kabul edilip edilmemesi sebebiyle değil, siyasî bir mesele çerçevesinde kavga etmiştir. Orada bir âyeti inkâr etme, bir dinî emri reddetme veya uygulatma gibi bir durum söz konusu değildir.

Birinci fitne dönemini Hz. Osman’ın katliyle başlatıyoruz (18 Zilhicce 35/ 17 Haziran 656). Kuşkusuz tarihî meseleleri tek başına değerlendiremeyiz. Eğer bir yerde bir hadise vuku buluyorsa o hâdiseyi inşa eden bir süreçten bahsetmek gerekir. Birçok unsur, hadiseyi geliştirir onu etkiler ve inşa eder. Bazen bunların bir kısmını görürüz, bazen göremeyiz.

Hepsinin kendine göre doğruları vardı. Tarihçi hâkim değildir. Hatta hakem bile değildir. Bu sebeple olanlar hakkında yargıda bulunma hakkımız yoktur. Mahkeme-i Kübra’da Allah’ın şaşmaz adaleti önünde herkes hesap verecektir. Allah’ın mutlak adaletine iman ediyoruz. Bize karşı da onlara karşı da âdil davranacağına imanımız tamdır. Hâşâ, Allah adına onlarla ilgili bir karar verme hadsizliğinde bulunacak değiliz. Tarih ilmi zaten buna izin vermez. Ancak şunu ifade edebiliriz ki oradaki insanların hepsinin kendilerine göre iddiaları, gerekçeleri ve beklentileri vardı.

Bu dönemde meydana gelen savaşlarda İslâm dünyasında çok temel kırılmalar meydana gelmiştir. Öncelikle Müslümanların yönetim ile olan ilişkilerinde ciddi sorunlar meydana gelmiştir. Bir süre sonra hilafet hanedana dönüştüğünden Allah Resûlü’nün irtihalinden sonra her halife değişiminde küçük ya da büyük bir kriz ortaya çıkıyordu. Çünkü Müslümanlar el yordamıyla sorun çözmek durumundaydılar.

Hz. Ebû Bekir’in biatinde krizden kıl payı kurtulan ümmet açısından Hz. Ömer’in biatinde şartlar biraz daha iyiydi. Ama sonraki dönemlerde liderin belirlenmesi krizlere sebep olmuştur. Emevîler zamanında iki veliaht tayin etmişler; ancak sorunu yine çözememişler. Abbasiler zamanında üç veliaht tayin etmişler, yine de çözememişler. Osmanlılar kardeş katline izin vermişler; buna rağmen iktidarın el değiştirme sorununu yine tam olarak çözememişler.

Nihayet Müslümanların birinci fitne dönemindeki çatışmaları önemli bazı itikadi problemleri ve buna bağlı olarak mezhepsel yapıları besledi. Bunlardan biri mürtekib-i kebirenin yani büyük günah işleyen kişinin durumuyla ilgilidir.

Öldürdükten sonra Hz. Osman’ı öldürmenin gerekçelerini oluşturmaları gerekiyordu, bunu da şöyle kurgulamışlardı: Büyük günah işleyen kişi Allah’a isyan etmiş, kâfir olmuştur. Bu adam tövbe etmezse Allah’ın emrine karşı geldiği için kendisine tövbe teklif edilir. Tövbe etmezse öldürülür. Bu görüş, belki zaman içinde bu kadar net şekilleniyor. Ancak daha sonra ortaya çıkan büyük tartışmaların temelini oluşturuyor. Hâricîlik düşüncesinin ana yaklaşımlarından bir tanesi budur.

IŞİD örneğinde olduğu gibi günümüzde de mürtekib-i kebireyi tekfir etme ya da kendi görüşünden olmayan kişileri din dışı ilan etme ve mürted olduğu için öldürme yaklaşımı devam etmektedir!

Hâricîler Hz. Osman’ın öldürülmesinin haklı olduğunu savunmuşlardır. Hz. Ali’nin yanındayken ona muhalif olanları tekfir etmişler; ondan ayrıldıktan sonra onu da tekfir etmekten geri durmamışlardır! Hâricîlerin dinamik yapısı, kendi aralarında sürekli ayrışmalara sebep olmuştur.

Fitne süreçlerinin İslâm dünyasına bıraktığı önemli bir sorun da hilafet hakkı meselesidir…” (4).

 

Kaynaklar:

 

  1. Adil BOR (Ed.); Gelenekten Geleceğe Haseki Konferansları, Haseki Mezunları ve Mensupları Derneği Yayını No: 1, İstanbul, 2018, 207 s.
  2. Ali ÖZEK, “Din Eğitimi ve Kur’an’ın Rehberliği”, Haseki Konferansları içinde, İstanbul, 2018, s.39-46.
  3. Mahmut KAYA; “Geçmişimizle ve Kendimizle Yüzleşmek”, Haseki Konferansları içinde, İstanbul, 2018, s.47-58.
  4. Adnan DEMİRCAN; “Sahabe Dönemi İhtilafları Üzerine Bazı Mülahazalar”, Haseki Konferansları içinde, İstanbul, 2018, s.59-80.
Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page
GELECEĞİN TÜRKİYE’Sİ İÇİN EĞİTİMİ BUGÜNDEN PLANLAMAK
BAĞIMLILIK İLLETİNE EN BAŞINDAN MÂNİ OLMAK

Yorum yap

Yorum

  1. “Eskiden papazlar Hıristiyanlara cennetten arsa satıyorlarmış. Günümüzde birçok hoca ve şeyh de; “şöyle yaparsan cennete girersin, beni dinlersen kurtulursun” gibi ifadelerle Müslümanları kandırıyorlar! Bunlar yanlıştır. İnsanları kandırmak kolaydır.” Yazının bu bölümüyle ilgili şu âyeti hatırlatmak isterim:
    RAHMAN RAHİM ALLAH ADIYLA
    “Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Sakın çok aldatıcı (şeytan), Allah hakkında sizi aldatmasın.” (Fatır 35.5).
    Benzer bir âyet de Lokman suresinde bulunuyor.