“Lâ tufsidû fi’l-ardi ba’de ıslâhihâ:
“İyi bir düzene kavuşturulduktan sonra kalkıp
yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!” (A’râf 7:85).
Üstat Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî bundan yetmiş yıl evvel 10 Mayıs 1947 tarihinde Hindistan’da Cemâat-i İslâmî genel merkezinde düzenlenen ve çok sayıda Hindu, Sih ve Müslümanın katıldığı umuma açık bir toplantıda verdiği “salah ve fesat” konulu konferansta insanları yıkıma sürükleyen davranışlar konusunda uyarmış, ıslah ve inşa yolunun insanın bu dünyada mutluluğa ve refaha ulaşması, ahirette de kurtuluşa ermesi için tek yol olduğunu anlatmıştı.
Bu haftaki yazımda üstat Mevdûdî’nin Beyan Yayınları tarafından -editörlüğünü üstlendiğim “İki Dil Bir Kitap” serisi içinde- Mayıs 2017 tarihinde basılan ve Türkiye Diyanet Vakfı’nın Beyazıt Meydanı’nda düzenlemiş olduğu 36. Kitap ve Kültür Fuarı’nda okuyucuyla buluşan “Salah ve Fesat” isimli eserinden bazı pasajları sizlerle paylaşmakta yarar görüyorum:
Sünnetullahın her zaman ve her zeminde işlediğini idrak etmek
“Bu dünyayı yaratan, yeryüzünü döşeyen ve insanları onun üzerine yerleştiren Rabbimiz, hâşâ hiçbir kanunu ve nizamı olmayan kör bir ilah değildir. Hayır, bilakis O’nun dünyanın en ücra köşesine dek hükmeden değişmez kanunları, sağlam kuralları ve güçlü kaideleri vardır. Bu kâinattaki her şey sımsıkı bir şekilde Allah’ın kanunlarına bağlıdır. Aynı şekilde, insanoğlu olarak her birimiz Allah’ın kanunlarına sıkı sıkıya tâbi durumdayız. Nitekim Allah’ın kanunları; doğumumuzda, ölümümüzde, çocukluğumuzda, gençliğimizde, ihtiyarlığımızda, solunum ve sindirim sitemimizde, vücudumuzdaki kan dolaşımında, hastalığımızda ve sağlığımızda hiçbir kusur ve gecikme olmayacak bir şekilde işlemektedir.
Keza Yüce Allah’ın, tarihimizin gelgitlerinde, düşüşümüzde, kalkışımızda, yükselişimizde, yıkılışımızda ve şahsi ve millî yazgılarımız konusunda birtakım kanunları vardır (s.15). Aynı şekilde bu sağlam kanunlar da ilk kanunlar gibi hiçbir kusur ve gecikme olmayacak şekilde işlemektedir. Allah’ın kanunlarına bağlı bir şekilde yoluna devam eden ve en yüksek mertebeye ulaşan yeryüzündeki bir ümmetin bu yolu bırakmadığı sürece yıkılması mümkün değildir. Allah Teala’nın insanın hayatta mutlu ya da bedbaht olması için vazetmiş olduğu kanunların, birisinin değiştirmesiyle değişmesi, bir kimsenin yok etme girişimiyle yok olması ve birisinin iyiliği, bir başkasının da kötülüğü için eğrilip bükülmesi imkânsızdır.” (s.17).
Salahı ve inşayı sevmek, fesadı ve tahribi sevmemek
“Sünnetullahın ilk kanunu; salahı ve inşayı sevmek, fesadı ve tahribi sevmemektir. Allah (c), bu âlemin sahibi olarak, bu âlemin nizamının mümkün olan en güzel şekilde yürütülmesini istemektedir. Dolayısıyla, âlemin güzelleştirilmesi için çok çalışmalı, Allah’ın yaratmış olduğu sebeplerden, vermiş olduğu güç ve yeteneklerden en iyi bir şekilde istifade etmeliyiz. Allah (c) dünyanın yönetimine aday olanlar arasından bu dünyanın işleyişini bozanları; taşkınlık, kötülük, zulüm ve düşmanlıkla âlemi tahrip edenleri asla sevmez. Zira onlar Yüce Allah’ın nazarında dünyanın yönetimini ellerinde tutmaya müstehak değildir. Bu nedenle Allah, bu âlemin idaresini ıslah ve imar için tam liyakat sahibi olan başka birilerine teslim eder.
Yüce Allah, inşa edenlerin ne kadar inşa ettiklerini, tahrip edenlerin de ne kadar tahrip ettiklerini takip etmektedir. Onların yapıcılığı yıkıcılığından daha fazla olduğu sürece ve meydanda onların yaptıklarından daha iyisini yapacak, daha az tahrip edecek bir başka aday olmadığı müddetçe kusurlarına ve hatalarına rağmen bu dünyadaki işlerin yönetimini onlar ellerinde tutacaklardır. Ancak onlara verilen süre zarfında daha çok tahrip edip daha az inşa etmeye başladıklarında, Allah onları bırakacak, makamlarını ellerinden alacak ve bu dünyanın nizamını gerekli şartları taşıyan başka adaylara teslim edecektir. Bu fıtri bir kanundur… (s.19).
Allah (c), yeryüzünün nizamı konusunda adayların farklılığına, kendilerine tevarüs eden haklar olduğunu iddia edenlere ve aynı bölgede ya da aynı milletin içinde doğmuş olma gibi özelliklere itibar etmez. Ancak Allah (c), her zaman; kimlerin bu dünyayı inşa ve ıslah etme konusunda daha çok liyakat sahibi ve yeterli olduğuna, kimlerin de yıkmaya ve tahrip etmeye daha az meyilli olup olmadığına önem verir… (s.41).
Böylece Allah’ın kanunu bir kez daha kendini gösterir ve insanların kendiliğinden oluşturdukları; “İster ıslah etsin ister fesat yapsın, her ülke kendi halkı içindir.” prensibini yerle bir eder. Tarih açık bir şekilde tekerrür eder: Bütün mülkün sahibi Allah’tır, mülkünün yönetimini dilediğine verir, dilediğinden de alır. O’nun bu konudaki hükmü; ırkçılık, milliyetçilik ve tevarüs eden haklara dayalı esaslar üzerine değildir. Aksine sadece ve sadece insanlığın hayrını ve mutluluğunu esas alan temeller üzerine dayalıdır (s.57):
“De ki; “Ey mutlak egemenlik sahibi Allah’ım! Sen egemenliği dilediğine verirsin, dilediğinden de geri alırsın; dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Bütün iyilik ve güzelliklerin kaynağı Sensin. Elbette Sen istediğini yapmaya kâdirsin.” (Âl-i İmran 3:26).”
Bozuluşun nedenlerini bilmek ve bunlardan uzak durmak
“İnsan hayatında bozuluşa neden olan unsurları dört ana başlık altında toplayabiliriz:
- Allah’a isyan etmek; dünyadaki zulüm, adaletsizlik, düşmanlık, zorbalık ihanet vb. bütün ahlaki rezilliklerin kaynağıdır.
- Allah’ın hidayetinden yüz çevirmek; Allah’ın yolundan uzaklaşmak, insanı hayatın tüm alanlarında yerleşmiş olan temel ahlaki değerlerden uzaklaşmasına ve insanın O’nun yolunu terk etmesine neden olmaktadır. Bu uzaklaşma nedeniyle bireyler, toplumlar ve milletler fırsatçılığa yönelirler, dünya lezzetlerinin ve arzularının peşinden koşmaya başlarlar. Tüm bunların neticesinde hedeflerine giden yolda helali ve haramı, meşru ve gayrimeşru olanı ayıramaz hâle gelirler. Son olarak, amaçlarını gerçekleştirmek için en kötü yolları ve vesileleri kullanmaktan zerre kadar çekinmezler (s.115).
- Bencillik (egoistlik); bireyleri diğer insanların haklarına saldırmaya yöneltir ve etnik, millî ve sınıfsal ayrımcılıkları olabildiğince üst seviyelere çeker ve bunun neticesinde fesadın ve yıkımın farklı tezahürleri ortaya çıkar.
- Atâlet (kayıtsız kalma) veya nankörlük; bu durum insanın Allah’ın vermiş olduğu güç ve nimetleri gerçek anlamda kullanamaması ya da hak yerine batıl bir yolda kullanılması durumudur. Birinci durumda Allah’ın kanunu; yeryüzünün idaresini elinde tutan böyle tembel insanların bu yetkiyi uzun süre ellerinde tutmalarına müsaade etmemektir. Dolayısıyla onları yeryüzünün inşası konusunda daha iyi imkânlara sahip diğer insanlarla değiştirir. Diğer bir durum ise milletlerin tahribatlarının miktarının imar çalışmalarından daha fazla olduğu zaman idare ve önderlik koltuğundan azledilmeleridir. Bir meyvenin çekirdeğinin çıkarılıp atılması gibi bir kenara atılırlar ve genellikle yapmış oldukları yıkımın ve tahrip edici programlarının kurbanı olurlar.” (s.117).
İyi oluşun nedenleri bilmek ve bunlara riayet etmek
“İnsanı hayatında mutlu edecek ve insanın hayatını bizzat üzerine ikame edeceği unsurları dört ana başlık altında sınıflandırabiliriz:
- Allah korkusu; insanları hayatında rezilliklerden ve kötülüklerden alıkoyan ve onların fazilete ve ahlaki değerlere tutunmasını sağlayan tartışmasız tek temel dayanaktır. Bu korku, insan hayatının zamanla gelişmesi ve daha ileriye gitmesi için medeniyet ve uygarlık siteminin üzerine kurulması gereken insani değerlerden; hakikat, adalet, sadakat, iffet, dürüstlük, hakiki bilgi, nefsine hâkim olma diğer tüm faziletleri ve güzellikleri ortaya çıkaran yegâne nüvedir. Bu güzelliklerin ve erdemlerin Batılı devletlerin yapmış olduğu gibi belirli bir seviyede başka prensiplere bağlı olarak da ortaya çıkması mümkündür. Ancak bu şekilde belirli prensipler üzerine kurulan erdemlerin gelişim aşaması sadece belirli bir noktaya kadardır. Ayrıca onların ortaya koymuş oldukları temel prensipler değişime kapalı değerler olarak kabul edilemez. O hâlde Allah korkusu, insanları rezilliklerden ve kötülüklerden alıkoyup fazilet ve erdem yolunda kalmalarını sağlayan en sağlam tek temel esas alınmalıdır. Nitekim Allah korkusunun insanın bütün işlerinde ve muamelelerinde sadece belirli bir alanda değil çok geniş bir çerçevede büyük bir etki alanı vardır (s.119).
- Allah’ın yoluna tâbi olmak; insanın bireysel, toplumsal, millî ve uluslararası gidişatının sonsuz ve kalıcı ahlaki değerlere bağlı kalmasının tek yoludur. Buna rağmen insanoğlu kendi ahlaki değerlerini kendisi oluşturmaya çalıştığı sürece iki farklı ahlaki ilke ortaya çıkar: Birincisi, ilan edip konuşmalarında övgüler yağdırmaktan geri kalmadıkları ilkeler, ikincisi ise uyduğu ve eylemlerini onun sınırları çerçevesinde ortaya koyduğu ilkelerdir. Sadece şahsi arzular ve millî çıkarlarla uyuşan ikinci tür ilkeler uygulamaya alındığı hâlde, kitaplara altın harflerle kaydedilen ilkeler ise sadece birinci türden ilkelerdir. Bu tür ilkeler, başkasından bir hak alınmak istendiğinde esas alınırken başkasının hakkının verilmesi söz konusu olduğunda göz ardı edilen ilkelerdir. Aynı şekilde bu ahlaki ilkeler, güç sahiplerinin ellerine geçen fırsatlara, arzularına ve değişip yenilenen ihtiyaçlarına göre her zaman değişime açıktır. İnsan; ahlakını mutlak prensipler üzerine inşa etmez ve aksine kendi çıkarları doğrultusunda ahlaki ilkelerin değişkenlik gösterdiğini düşünürse, bu durum bireyleri, milletleri ve halkları zulme ve düşmanlığa sürükler, bunun sonucunda da fesat ve bozgunculuk dünyada olabildiğince yayılır. Bunun tam tersi ise insana güven, barış, refah, huzur ve mutluluk sağlar (s.121). Ahlak için, herhangi bir kişinin çıkarlarına göre değişmeyen, sadece hakkı esas alan ve insanın kesinlikle değişmeyeceğine inandığı kalıcı ilkeler olması gerekmektedir. Sonra insan ister şahsi ister millî olsun veya ister ticaret, siyaset, savaş ve barışla alakalı olsun, hayatının her alanında bu ilkelere sımsıkı bir şekilde bağlı kalır. Kısacası Allah’ın kanunları gibi sapasağlam ilkeler bulamayacağımız çok net bir şekilde ortadadır. Bağlı kalınması kayıtsız şartsız kabul edilmemesi, uygulamaya konulmaması, değiştirilmesi veya tadil edilmesi hâlinde insanın hürriyetinden taviz vermek zorunda kalacağı yegâne vazgeçilmez formül Allah’ın gösterdiğidir (s.123).
- Şahsi, millî ve kavmî amaçlar ve arzular üzerine dayalı olmayan, hukuki olarak bütün insanoğlunun eşit olduğu insani bir sistem; böyle bir sistemde herhangi bir haksızlığa dayalı imtiyazlar, etnik farklılıklar ve suni asabiyetler bulunmamakla birlikte yine belirli bir gruba veya suni başka bir gruba has özel haklar da yoktur. Böyle bir sistemde herkesin gelişmesi, yükselmesi ve ilerlemesi adına fırsat eşitlikleri bulunmaktadır. Dünyanın dört bir yanındaki bireyler bu hukuki hakların kapsayıcılığı altında yaşamaya devem ederler ve bu sistemin sunduğu imkânlardan faydalanırlar.
- Sâlih amel; Yüce Allah’ın bizlere vermiş olduğu güç ve nimetleri en doğru ve en güzel şekilde kullanmamızdır (s.125).
Bu dört maddenin ihtiva ettiği konular toplu bir şekilde “inşa veya salah” olarak isimlendirilmektedir. Erdemli bireylerden oluşan bir birlik olarak bizler için en hayırlı olan hep birlikte fesada neden olan unsurları ortadan kaldırmak, iyiliğin bütün türlerini insan hayatına kazandırmak ve insan hayatının her alanına iyiliği yaymaktır. Eğer bu çabalarımız başarıyla neticelenirse, bu ülkede yaşayanları sırat-ı müstakime sevk edecektir. Allah hiçbir zaman kullarına zulmetmez. O’ndan korkmanız ve O’na karşı saygılı olmanız için topraklarınızın idaresini burada yaşayan sizlerin ellerinden alır ve başka birilerine teslim eder. Eğer bu çabalarımız -Allah korusun- boşa çıkarsa bizlerin, sizlerin ya da bu topraklarda yaşayan diğer insanların akıbeti ne olur bilmiyoruz. Lâ hawle we lâ kuvvete illâ billâh: Allah’ın izni olmadan ne güç olur ne kudret!” (s.127).
Bu imtihan dünyasında konumunun ve görevinin bilincinde olan, salah/iyi oluş için çalışan, fesattan/bozuluştan uzak duran sâlih ve muslih insanlara selam olsun.
Kaynak:
Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî. (2017). Salah ve Fesat, çev. İbrahim Ethem Hatiboğlu, “İki Dil Bir Kitap” serisi içinde, Arapça-Türkçe, İstanbul: Beyan Yayınları, 128 s.
“Eğer bu çabalarımız -Allah korusun- boşa çıkarsa bizlerin, sizlerin ya da bu topraklarda yaşayan diğer insanların akıbeti ne olur bilmiyoruz. Lâ hawle we lâ kuvvete illâ billâh: Allah’ın izni olmadan ne güç olur ne kudret!” (s.127). Mevdudi’ nin eserlerini okuduk, hakkında çok konuştuk. Özellikle 1970-80’li yıllarda Mevdudi siyasi ve ilmi alanlarda epeyce etkili olmuştu. Konferans metni oldukça etkili ve dolu dolu. Ancak alıntı yaptığım son cümlede sözü edilen “akıbet”i, ahiret değil de dünya olarak alırsak, eldeki manzara ne yazık ki hiç de iç açıcı değil. Yoksa çabalar boşa mı çıktı? O zaman bilmiyorduk, ama şimdi görüyoruz. Duygu karışık ideallerimizi canlandırdın, Fethi Hocam, teşekküür ederim.
Hint yarımadasının büyük alimlerinden ve hareket liderlerinden Mevdudi ölümünün üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen onun kitaplarına ihtiyaç duyulması yeri doldurulamayan bir şahsiyet olduğunu göstermektedir. Keşke Pakistanlı Müslümanlar Mevdudi hayatta iken onun mesajlarını dikkate alarak kıymetini bilselerdi kendi nizamlarını kurabilirlerdi. Bugün şu yaşadıkları sıkıntılardan kurtulmuş olurlardı. Maalesef Pakistan halkı o hayatta iken bizim verdiğimiz değeri bile vermeyerek büyük bir fırsatı kaçırmıştır. Anladığım kadarıyla Mevdudi Salah ve Fesat isimli kitabında insanlığın kurtuluşunun da batışının da yollarını ortaya koymuştur. Üstadın ne zaman bir kitabını okusam kendimi o konuda çok yenilenmiş hissederim. Fethi Hocam böyle bir kitaptan haberdar ettiğin için teşekkür ederim.
Allah razı olsun hocam. Evvel ezel “Salat ve Fesat” Allah’ın nizamından bizleri haberdar edip, bazen ikaz edici, bazen de teşvik edici dokunuş ve uyarılarda bulunuyor.. Yurdumuzda milli, dünyamızda ümmeti olma yolunda, bilhassa bugünler için tevafuk olmuş. Allah razı, yar ve yardımcımız olsun..