“İşte bunlar, her hükmünde tam isabet kaydeden ilâhî kelâmın
Allah’ı görür gibi hareket edenler için bir rehber ve bir rahmet olan âyetleridir.” (Lokman 31:2-3).
Allâme Muhammed Ebu Zehra’nın Beyan Yayınları tarafından -editörlüğünü üstlendiğim “İki Dil Bir Kitap” serisi içinde- Mayıs 2017 tarihinde basılan “En Büyük Mucize Kur’an’ın Hukuk Sistemi” isimli eserinden bazı pasajları iktibas ederek, Kur’an-ı Kerim’in insanlara sunduğu hukuk sisteminin insanın ve toplumun psikolojisini gözetmede, adalet ile rahmeti dengelemede ne kadar üstün olduğunu hatırlatmak istiyorum:
Adalet ile merhametin altın dengesini bulabilmek
“Kur’an’ın hukuk sistemi insanlık için rahmettir. Keza gelişim yolunda insana eşlik eden yüce insani değerlere yaraşır gerçek bir maslahattan doğan temeller üzerinde kullarının işlerini düzenlemesi Allah Teâlâ’nın engin rahmetindendir. Bu gayet doğru ve dürüst iki başlangıç noktası ile Kur’an-ı Kerim’in âyetleri son derece uyumludur. Nitekim “rahmet” Kur’an’ın özü ve Muhammedî risaletin amacıdır:
“İşte bu yüzden (ey Nebi), Biz seni bütün insanlığa ancak bir rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 21:107).
“Ve sen onlara istedikleri âyeti getirmediğin zaman, hemen “Bari sen düzüp koşsaydın ya!” diyerek (alay ederler). De ki: “Ben yalnızca Rabbimden bana vahyedilene uyarım: Bu (vahiy) Rabbiniz katından gelen bir bilinç kaynağıdır; inanacak bir toplum için de kapsamlı bir doğru yol haritası ve bir rahmet pınarıdır.” (A’râf 7:203).
“Biz onlara, iman eden bir toplum için bir yol haritası ve rahmet pınarı olan, tarifsiz bir bilgiye dayalı izahlarımız bulunan bir kitap ilettik.” (A’râf 7:52).
Rabbimizin âyetlerini dikkatle inceleyen kimse Kur’an’ın bizatihi rahmet oluşu gibi insanlığa sunduğu hukuk sisteminin de rahmeti esas aldığını rahatlıkla görür (s.179).
Bir kimse çıkıp da; Kur’an’ın emretmiş olduğu ve hırsızın elinin kesilmesi, zina edene yüz, namuslu bir kadına iftira atana seksen sopa vurulması gibi cezaların sert ve acımasız olduğunu dile getirebilirler. “Hem nasıl olur da savaşa ve kan dökülmesine izin veren bir hukuk sistemi rahmet olabilir?” diye sorabilir (181).
Bu gibi önyargılı sözler sağlam gözlem ve delillere dayanmamaktadır. Zira Kur’an’ın getirmiş olduğu rahmet suçluları koruyan, günahkârlara şefkat duyan, fâsıkları şımartan, suçu ve suç işlemeyi mazur gören, insanların maslahatını umursamayan, menfaatlerini gözetmeyen, suçu görmezden gelen ve suçluya acıyan nakıs bir rahmet değildir. Zira kâtile merhamet etmek zulüm, suçluya şefkat göstermekse mağdura eziyettir. Pek çok merhamet görüntüsü özünde ve sonucunda zulmün kötülüğünü taşırken bazı şiddet görüntüleri de özünde rahmet unsurları taşımaktadır. İslam’ın koyduğu sınırlar bu kesin ve derin rahmetten kaynaklanmaktadır. Bu sınırlar içinde rahmetle çelişen bir şey gören kimse ya toplum düzenini anlamamış ya da kötülüğü serbestçe işlemeyi arzu ediyor demektir.” (183).
Mağdurun hukukunu ve toplumun güvenliğini öncelemek
“Şüphesiz (şartları tamamen tahakkuk ettiğinde) bir hırsızın elinin kesilmesi, insanların malların gasp edilmesi, toplumda emniyet yerine korkunun hüküm sürmesi ve (mal yüzünden) cinayetlerin işlenmesine kıyasla önemsiz bir durumdur. Bu konuda Şâri’in hükmünü eleştirenlere; “Kaç soygun girişimi mal sahibinin ölümüyle sonuçlanmıştır?” ve “Hırsızlık konusunda İslam’ın getirmiş olduğu had uygulandığında her yıl kaç el kesilmektedir?” diye sorun. Rasulullah (s)’in; “Gücünüz yettiğince had cezalarını şüphelerle düşürün.” hadisi gereğince şüphe hâlinde hadlerin uygulanmadığını da hatırlatmayı unutmayın (s.183).
İstatistikler incelendiğinde, Allah’ın hükmü ile eli kesilenlerin sayısının, şehvetin gücü ve şeytanın aldatması sonucunda ölenlerin sayısıyla kıyas edilemez düzeyde daha az olduğu kesinlikle görülecektir. Cinayet vakalarını inceledikten sonra biri; “Hırsızın elinin kesilmesinin rahmet ya da hikmetle alakası yoktur.” derse bu kimse, mağdura değil suçluya/kâtile merhamet göstermiş demektir (s.185).
Önümüzde kâtil ve maktul, hırsız ve malı çalınan, tecavüzcü ve namusları kirletilmişler olmak üzere iki kesim insan bulunmaktadır. Bunun ötesinde ise içerisinde emniyetin hüküm sürmesi ve kötülüğün yayılmaması gereken bir toplum bulunmaktadır. O hâlde akıl sahibi bir kimseden merhametini bu iki gruptan birine tahsis etmesinin istendiğini farz edelim. Bu kimse merhametini saldırganlık yapan, cinayet işleyen, huzur içindekileri rahatsız eden, aşağılık işleri yayan ve kargaşanın kapılarını sonuna dek açan kişilere tahsis eder mi? Yoksa merhametini saldırıya maruz kalan, hissettiği korkunun emniyete dönüştürülmesi, içerisinde erdemin hükmetmesi ve iğrenç işlerin yok edilmesi gereken bir topluluğa mı tahsis eder? Bu noktada aklın kanunu şöyle diyecektir:
Şüphesiz rahmet ister fertler ister toplum bazında olsun suça maruz kalana gösterilir. Şiddetli ceza ise suçluya uygulanır. Bu kimseleri ibret olsun diye cezalandırmak geriye kalanlar için bir rahmettir. Bu şekilde suçlu suçundan dolayı Allah’ın hükmünü hak etmiş olur; onun başına gelen akıbet kıyamet gününe değin apaçık bir şahit olarak kalır; böylelikle yoldan sapmış olana engel olunur, doğru yolda olan da yolundan sapmaz…” (s.187).
‘Birey’in ‘suçlu’ya dönüşmesine en baştan mâni olmak
“Bir kimse çıkıp şöyle diyebilir: “Hırsızlık durumunda işlenen suçla verilen ceza arasında bir denklik yoktur. Zira çalınan mal yerine gelebilir. El ise bir kere giderse bir daha yeniden oluşmaz. Bu durumda suçla ceza arasında denklik yoktur.” Şüphesiz bu söz ilk bakışta muteber görülebilir. Oysa ne Allah katında ne aydınlara göre ne de toplumsal adalet ve herkesi kapsayıcı olan genel bir merhamet anlayışına göre bu asla itibar edilecek bir söz değildir. Çünkü insan eliyle düzenlenmiş kanunlar da Kur’an’ın hukuk sistemi de suç ile ceza arasında bir benzerlik bulunmasını şart koşmaz. Bu benzerlik yalnızca kısas cezasının uygulamasında gözetilir. Zira kısasın temelinde denklik bulunur.
Kısas dışındaki cezalandırma şekillerinde denklik şart değildir. Çünkü hırsızın cezalandırılmasındaki amaç, başkasının malına zarar veren kişinin verdiği zarar veya yitip gitmesine yol açtığı faydaları yeniden temin etmesiyle gerçekleşecek olan mali bir garanti değildir. Bilakis bu cezada amaçlanan hırsızlık suçunun engellenmesi, bu günahı işlemeye niyetlenen kişilerin bu yanlış düşünceden men edilmesi ve bu suçu işlemenin fertler için kolay bir hâl almasına mâni olunmasıdır (s.189).
Böylece verilen ceza toplumsal bir onarım, genel bir reform ve toplumu oluşturan fertler için psikolojik bir engel ve sınırlama hâlini alır. Şüphesiz modern hukuk sistemleri de bu yöntemi benimsemiştir ve hırsızlık ve benzeri suçlarda çalınan malın miktarından çok hırsızın şahsına ve işlediği suçun toplum içerisinde korkunun yaygınlaşıp güvenliğin ortadan kalkması yönünde verdiği zarara bakarlar. Bu nedenle suçun alışkanlık hâlini alması ve tekrarlanması hâlinde ceza miktarı da artar. Bu gibi durumlarda suçla ceza arasındaki fark büyük olur. Hattâ suç alışkanlık hâlini almamışsa verilen ceza ile alışkanlık hâline geldiğinde verilen ceza daha farklıdır. Böylece cezanın oranı, suçlunun toplum için tehlike arz etmesi ve salıverilmesi hâlinde insanlar arasında bozgunculuğu ve kötülüğü yaygınlaştırma ihtimali oranında belirlenir.
İslam olaya bu şekilde bakmış ve cezalar özellikle de şer’î hadler konusundaki ilkelerini böylece genel olarak dile getirmiştir. Şüphesiz İslam kısas konusunda “Bakın ey aktif akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır: sizden (artık) sorumlu davranmanız beklenir.[1]” (Bakara 2:179) derken, “İmdi, işledikleri suça karşılık Allah’tan ibret-i âlem bir müeyyide olarak hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin.[2] Zira Allah her işinde mükemmeldir, her hükmünde tam isabet sahibidir.” (Mâide 5:38) buyurur.
Bu durumda cezanın, suç işlememiş olanların suça bulaşmasına mâni olmak için verildiği gayet açıktır. O hâlde uygulanan bu müeyyidenin, niyet aşamasında suçsuz kimseyi bu cürmü işlemekten men etmek için konmuş ağır bir ceza olduğu anlaşılır (s.191).
Suç biliminin ortaya koyduğu kesin sonuçlardan biri de bir suça verilecek olan cezanın suçun gizlenmesi, örtbas edilebilmesi ve kanunların bu konudaki hükümlerinden kaçmanın imkânı oranında artması gerektiğidir. Bu, suçlunun suçu işlemesi hâlinde kendini tedirgin hissetmesini sağlamak, alacağı cezayı hatırlayıp durmasını, çekinmesini ve böylece suç işleyememesini temin etmek için yapılır. Eğer hâlâ suç işleme konusundaki tavrını değiştirmezse hissettiği tedirginlik dikkatini dağıtacak, bu şekilde kendisini ele verecek bir iz bırakacak veya insanların kendisini fark edip yakalamalarına yol açacak bir belirti gösterecektir. Allah’ın insanlara olan merhametinin bir tecellisi olarak hiçbir suçlu, yaptığı işi belli eden yahut kendisine götüren bir iz bırakmadan büyük bir suç işleyemez.
Hırsızlık suçu için de bu gizlilik hâli söz konusudur. Hırsızlık, yapısı gereği yalnızca gecenin koyu karanlığı ile örtülü olduğunda veya buna denk bir bilinmezlik içerisinde iken gerçekleşebilir. Bu nedenle hırsızlığa verilen cezanın suçlunun kalbine korku saçan ve onu tedirgin eden, böylece işini tamamlamadan suçunu ortaya çıkaran veya hırsızın kim olduğuna dair arkasında bir iz bırakmasına yol açan ‘acımasız bir ceza’ olması, Hikmet Sahibi olan Şâri’in rahmetinin bir gereğidir.” (s.193).
İnsana hayvan muamelesi yapılmasını engellemek
“Zina veya namuslu bir kadına zina iftirası atma suçlarına verilen ceza sopadır. Atılan sopanın yanı sıra bu kişiler toplum içerisinde de deşifre edilirler. Allah Teâlâ, zina fiilinin cezalandırılması esnasında zaaf göstermememizi emreder:
“Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini(nin koymuş olduğu hükmü uygulama) konusunda onlara acıyacağınız tutmasın!” (Nur 24:2). Kur’ani hukuk sistemi zinanın cezalandırılması konusunda son derece tavizsiz ve sert bir tavır takınmıştır. Çünkü İslam neslin korunması ve bedenlerin hastalıklardan muhafaza edilmesine büyük bir önem verir. Erkek ve kadınlar arasında var olan ilişkinin Allah’ın hükmü çerçevesinde yürütülmesini, hayvanlar gibi her önüne gelenle çiftleşmemesini ister. Kadın-erkek ilişkisinin insanın yüceliğine yaraşır düzeyde değerli bir ilişki olması ve bu ilişkinin insani var oluşun iki temel unsuru arasında daimî bir rahmet olarak varlığını sürdürmesi konularında son derece titizdir:
“Yine sizin için kendileriyle huzur bulasınız diye kendi türünüzden eşler yaratması, aranıza sevgi ve merhameti yerleştirmesi de O’nun mucizevî işaretlerinden biridir: Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir topluluk için alınacak bir ders mutlaka vardır.[3]” (Rum 30:21).
Kur’an’ın hukuk sistemi, insanın saygınlığına, kişilik ve zürriyet haklarına büyük bir önem verir. Zinanın cezasını da bu fiilin insanın haysiyetini ayaklar altına alması ve onu hayvanlar düzeyine düşürmesi nedeniyle ağırlaştırmıştır (s.195). Ancak Avrupalılar ve onlara tâbi olan mukallitler bu cezayı çirkin görmüş ve zinakârlara acıyacakları tutmuş ve Allah’ın bu konudaki hükmüne itiraz etmişlerdir:
“Tecavüz söz konusu olmadıkça zinada suç unsuru yoktur. Ortada bir suç yoksa ceza da olmaz. Bu fiil bir cezayı gerektirse bile İslam’ın vermiş olduğu ceza, türü ve miktarı açısından son derece serttir(!)” Bu lakırdılar bir tarafa, Allah Teâlâ kullarını hakka yöneltir ve onları doğru yola iletir.
İslam’ın zina suçuna bakışı onların bakış açısından farklıdır. Zira İslam zina suçuna insanın yaratılıştan gelen anlamını tahkir, soyun zayıf hâle getirilmesi, bedenlere bulaşan ve onları bozan hastalıkların yayılmasına yol açması, vicdanları ifsat etmesi, ne ailelerini ne de kendilerini koruyup gözetecek babaları bulunmayan ve toplum üzerinde bir yük olan çocukların doğmasına neden olması gibi açılardan bakmaktadır (s.197). Böylece zinaya karşı verilecek olan cezayı, yol açtığı sonuçlar oranında belirlemiş ve bunu yaparken insanın hayvanlık düzeyine inmesine engel olmayı amaçlamıştır. Şüphesiz bu ceza, işlenmiş olan suç türündendir. Çünkü zina etmiş olan erkek ve kadın işledikleri bu suçla hayvanların düzeyine inmiş olurlar. Bu nedenle de hayvanların cezalandırıldığı yöntem olan şiddetli bir dayak ile cezalandırılmaları her iki zinakâr için hak olur.
Bir insanın en düşük seviye olan hayvanlık seviyesine inmesi hoş görülemez. Bilakis normal bir kişinin olgun bir insana yaraşır tavırlar takınması beklenir. Zira varlıkların tabiatları, işledikleri fiiller, alacakları ödüller ve cezalar konusunda bir denklik gerektirir. İslam’ın bakış açısı budur. Aksi yönde görüş bildiren bu kimselere nefisleri bu suçu oldukça kısır bir anlayışla hoş göstermiştir. Onlar bu konuda ne fıtri ne de insani anlama dikkat ederler. Aynı zamanda bu suçun yol açtığı toplum ve sağlıkla ilgili sonuçları da göz ardı etmişlerdir. Böylece aralarında bu kötülük yayılmış, genç nesiller azalmış, ölümcül hastalıklar yaygınlaşmıştır. Bu kimseler psikolojik bir rahatsızlık olan Avrupa’nın vebası niteliğindeki zinanın yaygınlaştırılmasını doğuya taşımaktan da çekinmediler. Bunun sonucu olarak da bu iğrenç hastalıklar doğuda da vücut bulmuştur (s.199).
Garip olan bir durum da Batılılar ve taklitçilerinin, savaşlarda ve başkaları ile olan ilişkilerinde kan bağını ve anlaşmaları gözetmedikleri hâlde bedensel cezalar hakkında konuşmalarıdır. Bunun yanı sıra bedensel cezalar yapısı gereği kötülük olarak kabul edilemez. Bilakis bu cezalar yalnızca kişiye işkence etme hâlini dönüştüğünde kötü görülür. Her ceza böyledir. Şüphesiz bir suç işlenip ceza gerektiğinde cezanın nasıl olacağını kararlaştıran adalet ve ıslahtır.
Bu konuda maslahatın iki yönü vardır: Kişiler arasında rahmetin sağlanması yönü; zararın giderilmesi ve muamelatta yumuşaklıkla gerçekleşir. Kazanç yönü ise genel ve özel çıkarları sağlar. Her iki yön de birbirine bağlıdır ve ayrılmaz… (s.201).
Bizler, gerçek müminler olabilmek; amellerimiz İslam’a ters düştüğü hâlde ‘İslam’ adıyla anılan, davranışlarımız imanla çeliştiği hâlde ‘iman’ iddiasında bulunan kimseler olmamak için dinimizin hükümlerine uygun olan hayat tarzına geri dönmek istiyoruz vesselam.” (235).
Kaynaklar:
- Ebu Zehra, (2017). En Büyük Mucize Kur’an’ın Hukuk Sistemi, çev. R.G. Ömün, “İki Dil Bir Kitap” serisi içinde, Arapça-Türkçe, İstanbul: Beyan Yayınları, s.179-235.
- İslâmoğlu, (2013). Hayat Kitabı Kur’an: Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2 c., 1359 s.
[1] Kısası “âdil karşılık” ve “cezada denklik” olarak açarsak, kısasın hayat olduğu aklını kullanan herkesin kabul edeceği bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Çünkü adâlet toplumlar için hayat, zulüm ise ölüm demektir. Kısas adâletin tecellisidir. Kısasla ilgili bu iki âyetin hemen ardından vasiyetle ilgili âyetler gelmektedir.
[2] Hırsızlık yapanın elini kesme uygulaması Kur’an’ın ihdas ettiği bir ceza değil, Kureyş’in uyguladığı ve Kur’an’ın önünde bulduğu bir ceza geleneğidir. İlk kez Kâbe’nin hazinesini soyan birine uygulanmıştır (İbn Kesir). Allah Rasulü bu geleneksel cezayı olabildiğince sınırlandırmıştır. Mesela Rasulullah seferde bu cezanın uygulanmayacağını buyurmuştur (Ebu Dâvud, Hudûd, 19). Bir başka kaynakta “sefer” yerine “gaza” geçer ki bu ikisi ayrı durumlar olarak da anlaşılabilir (Tirmizî, Hudud 20). Bu nebevî talimatı hilafeti döneminde Hz. Ömer’in, ayrıca ordu komutanı Huzeyfe b. el-Yeman’in titizlikle uyguladığını görüyoruz.
Vahiy, suçları cezalandırmada suçluyu değil suçu mahkûm etmeyi ve caydırıcılığı öne çıkarır. Tüm Kur’ani cezalar üç vicdanı teskin etmeyi hedefler: Mağdurun, kamunun ve suçlunun vicdanı. Suçlunun vicdanını teskin etmek için önce suçluda bir vicdan inşâ etmek gerekir. Ebu Mihcen olayı İslam’ın mensuplarında nasıl bir vicdan inşâ ettiğinin destani bir göstergesidir. (…). Komutan Sa’d b. Ebi Vakkas -yenilmek üzere olan ordunun zafer kazanmasına sebep olan- Ebu Mihcen’e içki cezasını tatbik etmeye eli varmaz bırakır. Fakat Ebu Mihcen cezada ısrar eder. Muhtemelen Allah Rasulü’nün “İslâmî cezalar kefarettir.” müjdesi onu böyle davranmaya sevk eder. Israrlarına rağmen ordu komutanı kendisini cezalandırmayınca o da bir daha içki içmeyeceğine söz verir (İbnu’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut, 1406, II, 330-331; Taberî, Tarih, Kahire, 1987, III, 548-549).
[3] Karşıt cinslerin yaratılış amacının çarpıcı beyanı: Bedende başlayıp onu aşarak ruhu kucaklayan sevgi, bu sevginin sonucunda hayat tohumunun toprağını bularak mahlukat ağacının en soylu meyvesi olan insana dönüşmesi. Bu sayede cinsellik süflî bir arzu olmaktan çıkıp ulvî bir hizmet hâlini alır. Tıpkı kâinat nasıl cazibe ipliği sayesinde kaostan kurtuluyorsa, insan da meveddetten kaynaklanan bu cezbe sayesinde soyu tükenerek yok olmaktan kurtulur. Zevciyyet ve sükunetin halk fiili ile gelmesi, bunların mutlak Zât’tan mümkin zâta yansıyan zâti bir tecelli olduğunu gösterir. Sevgi ve merhametin ca‘l fiili ile gelmesi ise bu ikisinin kulun fiiline bağlı olduğunu gösterir. Dolayısıyla bu sonuncuların verilmesi için insani gayret şarttır. Meveddet ve rahmet, kadın ve erkeği birlikte tutan iki unsurdur. Sevgi tekâmül ettirilmezse, cinsellik tükenince o da biter. Fakat rahmet cinsellik bittikten sonra da sürer.
Değerli kardeşim Fethi, Muhammed Ebu Zehra’nın “En Büyük Mucize Kur’an’ın Hukuk Sistemi” isimli eserinden iktibasla ortaya koyduğunuz “İslam Ceza Hukukunun Rahmet Boyutunu Görebilmek” başlıklı yazınızı okudum. Çok faydalandım. Ne kadar kötü gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın düşünüldüğü zaman gerçekten insan fıtratına ne keder uygun olduğu anlaşılacaktır. Keşke İslam Hukuku günümüz metodolojisine göre yeniden tedvin edilebilse insanlık için büyük bir hizmet olacağı kanaatindeyim. Ne dersiniz hocam, ham hayal mi görüyorum yoksa?
Muhterem Ethem Hocam, İslam’ı çeşitli açılardan kötü ve korkunç göstermeye çalışan küresel sömürü düzeni, insanların şartlandırılmadan ve yönlendirilmeden rahat bırakılmaları hâlinde büyük bir hızla İslamiyeti benimseyeceklerinden adları gibi emin oldukları için, yine kendi fesat düzenlerini bertaraf etme kudretine sahip yegâne alternatifin İslam olduğunu çok iyi bildiklerinden, varlıklarını ve hesapsız sömürü düzenlerini sürdürebilme gayretiyle bunca islamofobik faaliyeti dünyanın dört bir yanında yürütüyorlar. Ama nâfile.
Allah nurunu tamamlayacaktır, yeryüzü dârusselam/barış yurdu olacaktır ve insanlık diğer tüm yaratıklar gibi fıtratına uygun davranmayı mutlaka öğrenecek, yaratılmışlar arasındaki üstün konumuna yaraşır medeni/insani bir hayatı mutlaka inşa edecektir. “Yaratan yarattığını bilmez mi?” Elbette Rabbimizin vazetmiş olduğu sosyal kanunlar da fizik kanunları kadar kesin ve elzemdir. İslam ceza hukukunda öngörülen cezalar da bireyin ve toplumun psikolojisine en uygun, en âdil ve en etkili şekilde vazedilmiştir. Hasta Batı ve yorgun Doğu mecburen ve mutlaka İslam Hukukunun şefkatli kollarına kendini bırakacaktır, başka da gideceği bir yeri yoktur vesselam.