“Kendilerine hakikatin apaçık belgeleri geldikten sonra parçalanıp birbirine düşen kimseler gibi olmayın; işte bunlar var ya, korkunç bir azaba müstahak olanlardır!…” (Âl-i İmran, 3/105).
Filoloji, kimya, psikoloji ve felsefe gibi çeşitli bilim dallarında farklılık arz edebilen tanımlarına rağmen “tahlil” kelimesi; ‘bir bütünü nicelik ve niteliklerine göre ana öğelerine ayırma’ anlamına gelmektedir. Sözlükte ‘beceriklilik, yetenek, ustalık, kavrayış ve zekâ’ anlamlarına gelen “dirayet” kelimesi ise, ilim ve düşünce alanında ‘aklı yetkinlikle çalıştırma’ manasında kullanılmaktadır. Arapça kökenli ‘tahlil’ kelimesi için yeni Türkçede ‘çözümleme’ ve Fransızca kökenli ‘analiz’ kelimeleri de kullanılmaktadır.
Konumumuzu tespit edebilmek
İnsanoğluna bahşedilen büyük emanetlerden biri de sorunları kavrayabilme, tahlil edebilme ve onlara çözüm üretebilme yeteneğidir.
Hiçbir varlığı boş yere ve anlamsız şekilde yaratmayan Allah Teala, yeryüzünü imar etmek ve yönetmek üzere insanı görevlendirmiştir. Diğer bütün yaratılmışlardan farklı olarak insanoğluna bahşedilen büyük emanetlerden biri de sorunları kavrayabilme, tahlil edebilme ve onlara çözüm üretebilme yeteneğidir. Kâinat içerisinde insanlığın, insanlık içerisinde Müslümanların, ümmet içerisinde şahsımızın görev ve sorumlulukları üzerinde düşünmek, görevimizin bilincinde olmak ve rolümüzü iyi oynamakla mükellefiz. Bu mükellefiyeti bihakkın ifa edebilmek için, öncelikle görevimizin ne olduğunu iyi bellememiz gerekir. Bu da, bizi yoktan var eden, varlığından haberdar eden, elçileri aracılığıyla bize mesaj gönderen Rabbimizin sözlerine dikkat kesilmekle mümkündür.
Bizi niçin yarattığını, bize ne gibi görevler verdiğini, bizim için ne gibi sınırlar çizdiğini O’nun son vahyi Kur’an-ı Mübin’den öğrenmemiz icap eder. Zira, bizi yaratan ve bize yaratıkları içinde saygın bir konum bahşeden Rabbimiz, elbette bizi ve kâinattaki konumumuzu en doğru şekilde tanımlayacak olandır. İnsanın görev tanımını yapmaya hakkı ve yetkisi olan tek varlık O’dur.
Allah Teala hiç bir baskı kurmadan, bahşettiği akıl ve irade sayesinde hür tercihler yapmaya yetkili kıldığı insana, tercihlerinin sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini ve bunu nasıl gerçekleştirebildiğini de elçileri aracılığıyla bildirmiştir.
Hadisatı doğru okuyabilmek
Devasa bir görünüme sahip sorunlarımızın bir kaç madde etrafında odaklandığı, çözüm iradesi ortaya konduktan sonra hayret verici bir hızda çözüme kavuşacağı görülecektir.
İnsanın zaaflarını çok iyi bilen Rabbimiz, onun bu zaafları sebebiyle türlü türlü sorunlar yaşayacağını da bildiği için sorunların nasıl çözebileceğini, zaaflarını nasıl terbiye edebileceğini de göstermiştir. Bir taraftan âfak ayetleri olan varlığı, öbür taraftan enfüs ayetleri olan kendi iç dünyasını sürekli gözlemlemeye ve bunların kanunlarını keşfetmeye davet eden Allah, Kur’an ayetleri yanında hadisatı da okuyup anlamamızı emretmektedir.
Vahyin diriltici kılavuzluğunda aklımızı çalıştırarak hadisatı iyi okumak, tarihte vuku bulan ve günümüzde cereyan eden olay, olgu ve süreçleri görmek ve kavramak, sorunlarımızı çözümleyebilmek ve çözüm önerileri geliştirebilmek için elzemdir.
Eşyayı, hadisatı ve insanı doğru okuyabilmek için öncelikle doğru bir bakış açısı kazanmamız icap eder. Kur’an’ın hayatı inşa eden kavramlarını gözardı ederek eski inanç sistemlerinin ve farklı kültürlerden neşet etmiş geleneklerin ürettiği kavramlarla tasavvurunu oluşturmuş insanların ne vahyi ne hadisatı ne de insanı doğru okuyabilmesi mümkün değildir. Zira, doğru okuma için önce doğru bir bakış açısı ve selim bir akıl gerekmektedir.
Allah’ı, Rasulullah’ı ve kendimizi en iyi şekilde tanımak için başvurabileceğimiz ilk ve en güvenilir kaynak Kur’an’dır. Hâlık ile mahluk ilişkisinin nasıl kurulduğunu, varlık hiyerarşisindeki konumumuzu, görev ve sorumluluklarımızı, meziyet ve zaaflarımızı nasıl yönetmemiz gerektiğini ve kulluk rolümüzü oynarken karşılaşacağımız sorunlarımızla nasıl baş edeceğimizi öğrenebileceğimiz en sağlam kaynak Kur’an’dır.
Kur’an’ı bize nazil oluyormuş gibi okursak, hitaplarının bir kısmını Yahudilere, bir kısmını Hıristiyanlara, bir kısmını diğer müşrik kesimlere havale etmeden tamamını üzerimize alırsak, aklımızı Kur’an kavramlarının inşa ettiği bir tasavvurla çalıştırırsak, Allah bize olayları ayırt edebilme ve olayların ardını görebilme yeteneği bahşedecektir.
İslam dünyasının kimlik krizi
İnsanlık tarihi boyunca yaşanan ve kıyamete kadar yaşanabilecek muhtemel sorunlar, dönüp dolaşıp ‘insan’ın etrafında kümelenmektedir.
Yaklaşık bir asırdır siyasi bağımlılık, ekonomik geri kalmışlık, kültürel bunalım, kimlik krizi, baskıcı, zalim ve kukla rejimler, savaş, çatışma ve sürgünler gibi bir çok problemle anılan İslam dünyası, tarihin en zor meydan okumalarından biriyle karşı karşıya bulunmaktadır. Son yüz yılda yaşadığı travmalar sebebiyle özgüven kaybı yaşayan İslam ülkelerinden bir kısmı komünist blokun, daha büyük bir kısmı da kapitalist blokun uydusu olmuştu. Son çeyrek asırda bütün İslam ülkelerinde yönetim biçimleri halklar tarafından sorgulanmaya, darbeler, totaliter rejimler ve vesayet sistemleriyle mücadelede mesafe kat edilmeye başlandı.
İslam dünyası şeffaflığı ve hesap verebilirliği önemseyen âdil yönetim modelleri geliştirerek insanlık haysiyetini koruyan bir hayat standardı tesis edebilecek imkânlara sahiptir. Bunun için dilimizde kullanılan anlamıyla ‘ihtilaf’ın değil ittifakın rahmet olduğunu kabul etmesi, kardeşlik bilinciyle hareket etmesi, insanların iradesinin idareye yansıması için mevcut yönetim biçimlerini ve vesayet sistemlerini cesaretle sorgulayabilmesi gerekmektedir.
‘İnsan’ kumaşımız
Rabbimiz, zaafları sebebiyle insanoğlunun türlü sorunlar yaşayacağını bildiği için sorunlarını nasıl çözebileceğini, zaaflarını nasıl terbiye edebileceğini de göstermiştir.
İnsanlık tarihi boyunca yaşanan ve kıyamete kadar yaşanabilecek muhtemel sorunlar, dönüp dolaşıp ‘insan’ın etrafında kümelenmektedir. İnsan, sorunların da çözümün de odağında yer almaktadır. Bu yüzden, bir toplumun fertleri kendilerini değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmeyeceğini beyan buyurmuştur. Rabbimizin tarihe ve topluma koyduğu bu yasa değişimin hem müspet hem de menfi yönü için geçerlidir. Allah, insanların tercihleri doğrultusunda onlar hakkındaki hükmünü takdir etmektedir. İnsanların niyet ve eylemlerine bağlı olarak haklarında verdiği takdirini icra etmektedir.
Şiddeti bir iletişim ve terbiye yöntemi olarak gören, zararlı maddeleri fütursuzca kullanan, kör taassubun tutsağı olmuş, varlık içinde yokluk çeken, insanlık onurunu ayaklar altında çiğneten… bir topluluğu Allah niçin muzaffer eylesin? Allah’ın kendisine emanet ettiği sayısız değerlerin yanında iman kardeşliğinin yüksek kıymetini takdir edebildiği, vahyin aydınlatıcı rehberliğinde aklını kullanmaya başladığı zaman Müslümanların durumları da müspet yönde değişmeye başlayacaktır. İçinde bulunduğumuz zavallı durumdan kurtulmak için önce ‘insan’lığımızı yeniden keşfetmemiz, insanlara değil sadece Allah’a kulluk yapmamız, dürüst olmamız, “mü’min”, yani hem güvenen hem de güven veren, güvenilen insan olmamız gerekir.
Müslümanların temsil yeteneği
Eşyayı, hadisatı ve insanı doğru okuyabilmek için öncelikle doğru bir bakış açısı kazanmamız icap eder.
Bugün için Müslümanların sağlıklı ve dengeli bir ümmet görüntüsü verebildiğini ve İslam’ı layıkıyla temsil edebildiğini söylemek zor da olsa bu mümkündür ve elzemdir. Her ne kadar Emevilerle başlayan saltanat odaklı yönetim anlayışı günümüzde devam ediyorsa da, özellikle son iki asırda gazaba uğramışların ve sapıtmışların fazlaca etki alanına girmiş de olsa Müslümanların İslam’ın şahsiyet ve izzetiyle yeniden buluşması zor değildir. Elde Kur’an gibi bir mucize-i baki varken, Allah Rasulü’nün örnek hayatı ve vahyi hayata tatbik şekli demek olan sünneti ortadayken sağlıklı ümmeti oluşturmak gerçekten kolaydır. Yeter ki, ölçümüz Kur’an olsun. Bu durumda tedvin kabiliyetimizi yeniden kazanarak, vahye mutabık bir hayatı inşa ederek, Müslümanların insanlığa şahit olma sorumluluğunu yerine getirmesi müyesser olacaktır. Müslüman şahsiyetin inşasına ve dolayısıyla dengeli ümmetin oluşumuna menfi yönde tesir eden etkenleri tespit ederek, küresel projelerle bozulan ümmet imajını düzeltmek için elden gelen tüm çabayı harcamak müminlerin üzerine borçtur. Bu ıslah ve yenilenme çabasını ortaya koyamaz isek, ailesinde İslami terbiyesini yeterli düzeyde alamamış, işgal edilmiş coğrafyalarda sömürgecilere hizmet eden bozuk siyasi düzenlerde, ahlaki ve dinî kaygılardan uzak sosyal ortamlarda yetişmiş milyonlarca Müslümanın İslam’ı temsil yeteneği gelişemeyecektir.
Batı dünyasıyla ilişkilerimiz
Fatih Okumuş’un “Aynaya Bakma Zamanı!” başlıklı bir tahlil yazısında belirttiği gibi; oryantalizm, kolonyalizm, sömürgecilik ve nihayet İslamofobi Batı-İslam ilişkisindeki travmaların kaynağı. Bu ilişkinin son 400 yılında eşitliğin Müslüman dünya aleyhine bozulduğunu görüyoruz. Açık söylemek gerekirse İslam medeniyeti duraklama dönemine girdi ve sürecin sonunda Batının üstünlüğünü kabul etti.
Üstünlüğü sağlayan Batı, özellikle sömürgecilik döneminde her türlü şiddete başvurdu. Aşağılanan, kaynakları çalınan, yoksullaştırılan Güney’dekiler Kuzey’dekilere karşı önce pasif agresif bir tutum takındı. Sonra mesela Cezayir’de Malik bin Nebi (ö.1973) gibi düşünürler ortaya çıktı. Bin Nebi yazdığı kitaplar, konferansları ve öğrencileri aracılığıyla toplumuna “ev sahibinin hiç mi suçu yok?” mesajı verdi. Düşünür, bir yandan sömürgecinin hilelerini ve taktiklerini ifşa ederken, bir yandan da ‘sömürülmeye elverişli olduğumuz için sömürülüyoruz’ tezini işledi.
Batı-İslam ilişkisinin rayına oturması Kuzey’dekilerin üstünlük, Güney’dekilerin aşağılık kompleksinden kurtulmasına, bunun olması ise zayıf olanın güçlenmesine, cahil olanın öğrenmesine, ezik olanın kendine güven kazanmasına bağlı.
Çözümü istemek
Yapısal sorunlarımız yanında yönetim sorunlarımızı çözebilmemiz, birlikte iş yapabilme kabiliyetimizi geliştirmemiz, insanlık için fikir, bilgi, materyal ve kaliteli hizmet üretebilmemiz; plan ve program dahilinde hareket edebilmemize, bize bahşedilen ama yeterince farkına varamadığımız fiziki ve beşeri kaynaklarımızı aklın ve vahyin birlikte kılavuzluğunda verimli kullanmamıza bağlıdır.
Müslümanların Ümmet-i Muhammed’in ve bütün bir insanlığını sorunlarını önce tasnif edecek, sonra tahlil ve teşhis edecek ve nihayet çözüm önerileri geliştirecek araştırma merkezlerine şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır. Zira hayati derecede önem arzeden bu derin araştırmaların bir kişi, bir kurum, hatta bir ülke tarafından tek başına çözülmesi mümkün değildir. Ancak, hamiyet sahibi birilerinin ön ayak olmasıyla sivil toplum kuruluşlarına, merkezi ve yerel yönetimlere fikir verebilecek, hükümetlere yol gösterebilecek sorunlarımızı araştırma merkezleri kurmak iyi bir başlangıç noktası olacaktır.
Devasa bir görünüme sahip olsa da, ciddiyetle ele alınıp tasnif edildiğinde, binlerce kalemden oluşan sorunlarımızın bir kaç madde etrafında odaklandığı, çözüm iradesi ortaya konduktan sonra hayret verici bir hızda çözüme kavuşacağı görülecektir. İnsanlık ailemizin kıyamete kadar tek umudu olan Ümmet-i Muhammed’in bu potansiyeli fazlasıyla mevcuttur. Yeter ki bu potansiyel enerjiyi kinetize etmeye niyet edelim…
http://www.dirilispostasi.com/durumumuzu-dirayetle-tahlil-edebilmek/