-- Mütefekkir Ulemâdan İstifade Edebilmek

EMANETİ YÜKLENEN İNSAN

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page

CEVDET SAİD’in bu makalesi, Diriliş Postası’nda 27 Ocak ve 3 Şubat 2019 tarihlerinde Arapça asıllarıyla birlikte yayımlanan iki yazısının birleştirilmiş nüshasıdır.

-I-

Bu makalemde sizlere Allah’ın kitabından bir ayeti hatırlatmak istiyorum. Zira; “Yine de (kulak veren herkese) hatırlatmaya devam et: çünkü bu hatırlatmalar inananlar için yararlı olur.” (Zâriyât 51:55) buyuran bu kitapta bizden önceki nesillerin başına gelenler, bizden sonra geleceklerin haberleri ve elan yaşayan insanlar olarak kendi aramızdaki muamelelerin hükümleri yer almaktadır.

“İşin gerçeği Biz emaneti (iradeyi ve ahlaki sorumluluk duygusunu) göklere, yere ve dağlara sunduk; ve onlar emaneti yüklenmekten kaçındılar, ondan dolayı tedirgin oldular; nihayet onu insan yüklendi: ne var ki, o da zalim ve cahil biri olup çıktı.” (Ahzâb 33:72).

Bu ayette Allah, insan hayatında son derece önemli bir yer tutan bir husustan bahsetmektedir: Emanet. Allah Teala bu pek kıymetli ve pahalı metaı göklere, yeryüzüne ve dağlara sundu. Ama onlar, değerinden ve ağırlığından ürkerek, hakkıyla taşıyamamaktan korkarak bu emaneti yüklenmekten kaçındı. Peki kimdir bu emaneti üstlenen? “İnsan”. Müslüman, mü’min, Hıristiyan, Budist… değil. Bilakis hiçbir ayırım ya da vurgu olmaksızın ‘insan’.

İşte bu insan… En güzel yaratanın en parlak yaratışının tezahürü olan “farklı yaratık”. Allah’ın ruhundan üflediği varlık. Yeniliklere yatkın, icatlar yapabilen ama çukurların en dibine düşüp hayvanlardan daha düşük bir düzeye inebilen, çok zalim ve çok cahil birine dönüşebilen insan… Beşeriyet tarihi boyunca insanın bu iki yeteneği arasında gidip geldiğini görüyoruz: İnsan fücur ve takva arasında, kirlenme ve arınma arasında mütemadiyen gidip gelmektedir. Ya en güzel kıvama ermek ya da sefaletin dibini görmek için çırpınıp durmaktadır.

Evet, insana iki farklı açıdan bakabiliriz: Kendisine bahşedilen kudretlerden geri adım attığında (onları kötüye kullandığında) pek zalim ve pek cahil birine dönüşebildiği gibi meleklerin secdesini hak edecek kadar en güzel kıvama da ulaşabilmektedir. Peki ne vakit zalim ve cahil olur insan? Emaneti hakkıyla taşımayınca ya da emaneti kötüye kullanıp onu heba ettiğinde…

İşte bu sebeple Allah Rasulü aleyhissalâtu ve’s-selâm şöyle demiştir: “Emanet zayi edildiğinde kıyameti bekleyin.” Keza o şöyle demiştir: “Emaneti (güvenilirliği) olmayanın imanı yoktur.”

Bu son derece pahalı enfes metaı Allah göklere ve dağlara sunmuş ama onlar bunu yüklenmekten kaçınmışlar. Güneş doğma vaktini şaşırıp asla geç kalmaz. Ay, hareket evrelerinde yanılmaz. Gece gündüzü vaktinden evvel kaplayamaz, her biri kendi yörüngesinde yüzüp gitmektedir (Yasin 36:40).

Bir ineği bir bahçeye salıp da ona “ama şu ağaçtan yemeyeceksin” diyemezsiniz! Yiyince de ineğe niye böyle yaptığını soramazsınız. Onu sorguya çekemezsiniz. Aksine biz onu bahçeye salan ya da onu kontrolsüz bırakıp bahçeye dalmasına sebebiyet veren insanı sorguya çekeriz.

İnsanın emrine ve istifadesine sunulan bu varlıkların kendileri için belirlenen programdan bir milim sapmaları söz konusu değildir. Görevlerinde bir saniye bile gecikmezler… Oysa “emanet” koruyabileceğiniz ya da yitirebileceğiniz bir şeydir.

Allah Rasulü’nün “Elçi” olmadan önce “emin (güvenilir, dürüst)” biri olduğunu iyi belleyiniz. Bunu Rasulullah’ın (s) siretinden ezberlemediniz mi zaten? Din konusunda Kureyş ile aralarında düşmanlık olmasına rağmen, Kureyşliler Muhammed’e ve arkadaşlarına güveniyorlardı, onlardan bir kötülük ya da ihanet gelmesinden korkmuyorlardı.

Ashabına bir taraftan güvenilir olmayı öbür taraftan emanete hakkıyla sahip çıkmayı şart koşana Allah Rasulü (s) şöyle diyordu:

“Vallahi iman etmiş olmaz… Vallahi iman etmiş olmaz… Vallahi iman etmiş olmaz…” (Arkadaşları) dediler ki: Hayal kırıklığına ve hüsrana uğramayı hak eden bu insanlar kimlerdir ey Allah’ın Elçisi?

Cevaben dedi ki: Komşusunun şerrinden emin olmadığı kimselerdir.”

(Hadiste geçen) “bewâiq” kelimesi; şerler, çirkeflikler, eziyet, kötülük ve komşuluk hukukunu yok saymak demektir.

Komşunuz size güvenmiyorsa ve şerrinizden emin değilse, imanınız yok demektir…[1]

[1] Mümin, güvenilir insandır. Güvenilir olmak onun sıfatıdır. Allah Teâlâ; “Onlar emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler.” buyurarak kurtuluşa erecek müminleri tavsif etmiştir (Müminûn 23:8). Rasulullah’ın (s) makalede atıf yapılan sözünün tam çevirisi ise şöyledir: “Müslüman, dilinden ve elinden insanların selâmette olduğu kişidir. Mümin ise insanların canları ve malları konusunda (kendilerine zarar vermeyeceğinden) emin oldukları kişidir.” (Nesâî 4998, Îmân 8). Müslüman ve mümin tariflerini emanet (güvenilirlik) sıfatı özelinde yapan Allah Rasûlü, müminlere hangi şartlarda olursa olsun emin (güvenilir) olmalarını telkin etmiştir. Hatta komşusuna güven telkin edemeyen kişinin, gerçek mânâda imana ulaşamayacağını ifade etmiştir (Buhârî 6016, Edeb 29). Hadislerle İslam, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını. Ankara, c.3, s.243. https://hadislerleislam.diyanet.gov.tr/?p=kitap&h=kom%C5%9Fu&i=3.1.243&t=0, 02.02.2019. (Mütercim).

-II-

Makalenin ilk kısmında “emaneti (iradeyi ve ahlaki sorumluluk duygusunu) insan yüklendi…” (Ahzâb 33:72) ayet-i kerimesi çerçevesinde bazı görüşlerimi aktarmıştım.

Bu kısımda sizlere, emaneti yüklenenin Allah’a ve ahiret gününe inanmasa bile (yüklendiği bu emanete) güven duymasının zaruri olduğundan söz etmek istiyorum.

Eğer bir komşunuz size eziyet etmiyor ve size zarar vermiyorsa, malınızı, namusunuzu ve kanınızı koruyorsa, size rağmen kalbinizde taht kurabilecektir. Şayet sizin inanan, namaz kılıp oruç tutan, hacca da gitmiş bir komşunuz olsa, ama komşuluk hukukunuzu çiğniyorsa ona aslâ güvenemezsiniz.

Nasıl ki zırhları delen silahlar varsa, aynı şekilde “emanet: güvenilirlik” de kalpleri ve akılları delip geçen (onları ele geçiren) bir silahtır. Bütün insanlar emanete riayet eden insana mecburen saygı duyar. Dönüp önce kendi kalplerinizi gözden geçirin (sizin de sevmeseniz bile güvenilir insanlara saygı duyduğunuzu göreceksiniz). Dürüst olursan insanlar senin “mümin” olduğunu derinden hisseder. Nitekim “iman” kelimesi “emn: güven” kökünden, “islam” kelimesi ise “silm: barış” kökünden türemiştir. Müslüman, (bir hadiste tanımlandığı üzere) tüm Müslümanların elinden ve dilinden güvende ve selamette olduğu kimsedir… Zira islam ve iman emanete riayet, güven ve selamet demektir.

Sizler Kur’an-ı Kerim’i okuyor ve dolayısıyla İblis’in ‘Âdem’e secde etmesini (saygısını sunmasını) emrettiğinde’ Allah’a nasıl isyan ettiğini biliyorsunuz. Keza Âdem’in de (yasaklanan) ağaçtan yiyerek nasıl isyankâr olduğunu ve emaneti taşımakta nasıl başarısız olduğunu biliyorsunuz. Allah Teâlâ her ikisini de isyanları hususunda sorguya çekmişti. Âdem ile eşinin cevabı şöyle olmamıştı: Ey Rabbimiz… Beni bu (rahmetinden) kovulmuş şeytan aldattı!!

Halbuki Kur’an İblis’in Âdem’e geldiğini ve ona şöyle dediğini aktarır: “… Derken şeytan ona fısıldayarak (vesvese verip vehimlere sürükleyerek) dedi ki: “Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve aslâ bozulmaz (sonu gelmez) bir saltanatın (yolunu) göstereyim mi?” (Tâhâ 20:120). Şeytan onu ebedilikle/sonsuzlukla kandırmıştı. Zira ölüm insanın en çok korktuğu şeydir.

Bütün bunlara rağmen Âdem ile eşi kınamayı/suçlamayı İblis’e yöneltmemişler, onun olaydaki rolünü hiçbir şekilde söz konusu dahi etmemişlerdi. Bilakis şöyle demişlerdi: “Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmetmişiz.” (A’râf 7:23). Yani, biz yanlış yapmışız (kendi kendimize yazık etmişiz).

Oysa Allah İblis’e; “Sana emrettiğim halde neden (Âdem’e) secde etmedin?” diye sorduğunda o şöyle cevap vermemişti: Ben hata etmişim! Aksine kendisini (yanlışını) savunmaya devam etmiş ve şöyle demişti: “Ben ondan üstünüm!” (A’râf 7:12). Yani bu (Âdem) kendisine secde etmeme layık birisi değildir! (Bu tutumuyla İblis) aslı (kökeni) ve mensubiyetiyle övünmüştü, aynen şimdi bazılarımızın kavmiyle ya da ırkıyla övündüğü gibi! (Gerekçesini de) şu şekilde belirtmişti: “Beni ateşten yarattın, onu ise balçıktan!” (A’râf 7:12). Yani şöyle diyordu: Aslı (ateşin sönmüş hali yani artığı) toprak olan şu hakir varlığa nasıl secde ederim!

Ne kadar acıdır ki bizler hayatımız boyunca (çoğunlukla) İblis’in mezhebine uyarız ve onun gibi yaşar, onun gibi davranır ve bir yanlış yaptığımızda onun savunma yöntemini benimseriz! Bir hataya düştüğümüzde nefsimizi/kendimizi temize çıkarır, sorumluluğu başkalarına atar onları kınarız! Buna Allah da dâhildir! Nitekim şöyle deriz: Allah böyle takdir etmiş!

Âdem ile eşi derhal tevbe ettiler (yanlışlarının farkına varıp özür dilediler), Rableri de onları bağışladı. İnsanın hataya düşmesi ayıp değildir. Ayıp olan hatada ısrar etmesidir (özür dileyip geri adım atmak yerine hatasını savunmasıdır). Bu tavrıyla emaneti taşımada başarısız olmasıdır. Dahası emaneti zayi etme tavrını sürdürmesidir. Nihayetinde ise emaneti zayi etmesinin sorumluluğunu başkalarının üzerine atmasıdır ayıp olan.

Bizler emaneti yitirdiğimiz için bugünkü mevcut duruma düştük. İslam âleminin birbirine güveni kalmadı. Aralarından bazıları kuvvet ve kudret kazansa diğer zayıf komşuları onların kendilerine saldıracağından korkar hale geldi! Vaziyet bu olunca da canlarını kurtarmak telaşıyla şeytandan bile yardım dilenmeye hazır hale geldiler! Esasen biz orman kanununa tâbi olarak yaşıyoruz, Rabbulâlemîn’in kanununa değil! Çünkü biz emaneti/güvenilirliğimizi yitirmişiz…

Birbirimize güvenebilmemiz için yapmamız gereken; öncelikle imanımızı tazelememizdir. Keza Muhammed aleyhisselam ile arkadaşlarının, Kureyş için öz oğullarından ve tâbilerinden daha sağlam bir güven kaynağı olduklarını hatırlamamızdır. Bugün emaneti ve sıdkı (güvenilirliği ve dürüstlüğü) yeniden yüklenmeliyiz. Yeniden başkaları bize öz kardeşlerinden ve özel korumalarından daha çok bize güvenir hale gelmediğimiz sürece (hakkıyla iman eden) müminler olamayacağız!

Allah’ım! Bizleri bütün dünyaya güven verecek güvenilir müminlerden olabilmeyi nasip eyle. Bize, dinimizi (hakikati üzere) yeniden kavramamıza yardım edecek (âlimler) gönder. Allah’ım! Bize en güzel biçimde Sen’in dinine geri dönmeyi nasip eyle. Bizi zulumâttan nura (zalimlik ve karanlıklardan aydınlığa) çıkar. Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen kesinlikle kaybedenlerden (hüsrana uğrayanlardan) oluruz…

Arapçadan tercüme eden: Fethi Güngör

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page
KUR’AN BENİ NASIL ÖZGÜRLEŞTİRDİ?
İBADETLERİN KURAL OLUŞTURMA ROLÜ: CUMA, HAC VE KUR’AN

Yorum yap

Yorum