“Ey (Kur’an’a) iman edenler! Allah’a karşı sorumluluğunuzun gereğini hakkıyla yerine getirin! Ve (Allah’a) tam teslim olmadan can verecekseniz, sakın ölmeyin!…” (Âl-i İmran, 3/102).
Teşhis; ‘kim ya da ne olduğunu anlama, tanıma ve seçme’ anlamına gelmektedir. Sağlık alanında ‘hastalığı araştırıp bulguları değerlendirerek ne olduğunu ortaya koyma’ anlamında kullanılmaktadır. Sözlükte ‘hedefin tam üstüne düşme’ anlamına gelen ‘isabet’ kelimesi, söz, düşünce veya öneri ile ilgili olarak ‘yerindelik, uygunluk ve yanılmazlık’ manasında kullanılmaktadır. Arapça kökenli bu iki kelimeden ilki için yeni Türkçede ‘tanı’, ikincisi için de ‘yerinde’ kelimeleri de kullanılabilmektedir.
Daha yakın olduğunu savunanlar da olmakla beraber, yaklaşık elli bin yıl kadar önce akıl, irade, sorumluluk bilinci gibi donanımlar kendisine bahşedilerek ‘beşer’likten insanlığa terfi ettirilen ve ‘yeryüzünün halifesi’ seçilen âdemoğlu; Âdem aleyhisselamdan Muhammed aleyhisselama kadar binlerce elçi aracılığıyla vahiy ile desteklenmiştir. Sonradan insanların farklı isimlerle anmasına rağmen, ilk peygamberden son peygambere kadar bütün elçilerin tebliğ ettikleri dinlerin ortak adı ‘islam’, ortak mesajı da ‘tevhit’ olmuştur. İslam; Allah’ın buyruklarına teslim olma, barış ve esenlik, tevhit ise Allah’ın bir tek ilah olduğunu kabul etme ve birilerinin ya da bir şeylerin O’na aracı, ortak veya yardımcı olduğu vehmine kapılmamaktır.
Ayrılmaz ikili: Kur’an ve akıl
Akıl vahyin aydınlatıcı kılavuzluğundan vareste kalamaz. Ancak, vahyin hidayet olabilmesi ve insanlığa dosdoğru yolu gösterebilmesi de aklın faaliyetine vabestedir.
Toplumsal çürüme süreçlerinde kaybedilen yol gösterici ilahi mesajlar, insanlığın karanlıklar içinde boğulmaması için Rahman ve Rahim Rabbimizin yüksek bir lütfu olarak tarih boyunca dönem dönem yenilenegelmiştir. Ancak, Son Elçi Muhammed aleyhisselamdan sonra artık yeni bir peygamber ve yeni bir vahiy gelmeyeceği alenen beyan buyurulmuştur. Kıyamete kadar gelecek bütün insanların ve bütün toplumların yollarını aydınlatacak tek kılavuz Kur’an ve akıl ikilisidir.
Sevgili Efendimiz’in güzel örnekliği vahyi en doğru şekilde anlayabilmemiz için, bilim de aklı en doğru şekilde çalıştırabilmemiz için izlememiz gereken iki uygulama modelidir. Zira, nebevî sünnet vahyin, bilim ise aklın hayata tatbik edilmiş şeklini ifade eder. Dolayısıyla, tamamı Allah’ın insanoğluna büyük ikramları olan bu nimetlerin çelişmesi ve çatışması söz konusu değildir. Bilakis, sadece insana bahşedilen bu nimetlerin dengeli birlikteliği sayesinde biz durumumuzu değerlendirebilir, sorunlarımızı teşhis edebilir ve onlara kalıcı çözümler oluşturabiliriz.
Sebeplerle sonuçlar arasında bağ kurabilmek ve olayları doğru görüp isabetle yorumlayabilmek için işletilmesi gereken akıl melekesi göz mesabesinde olup, görebilmesi için ayrıca ışığa ihtiyaç duymaktadır. Bu yüzden akıl vahyin aydınlatıcı kılavuzluğundan vareste kalamamaktadır. Ancak, vahyin hidayet olabilmesi ve insanlığa dosdoğru yolu gösterebilmesi de aklın faaliyetine vabestedir.
Anlayarak okumayan, mesajlarını algılayıp hayata tatbik etme çabası gütmeyen birisi için vahiy yol gösterici olmamış demektir. Zira, vahyin bir insana hidayet rehberi olması, o insanın bu niyetle vahye muhatap olması ve vahyi muhatap alması gerekmektedir. Keza, aklını devre dışı bırakarak bir insanın vahyin kılavuzluğuna tabi olması mümkün değildir. Zira, kullanılmayan, işletilmeyen akıl yok hükmündedir ve aklı olmayanı vahiy muhatap bile almamaktadır. Bu sebeple biz mevcut durumumuza ilişkin isabetli bir teşhis koyabilmek için vahyin aydınlattığı aklın çabalarına ihtiyaç duymaktayız.
Sonuçları ve sebeplerini birlikte görebilmek
- Kur’an’ı kendi iç bütünlüğü çerçevesinde anlama çabasına girmek yerine, ciddi bir ayıklama zahmetine girmeden ve Kur’an ile sağlamasını yapmadan hâtıbulleyl misali yapışıp aldığımız rivayetler; günümüzde yaşadığımız ahlâk, inanç, düşünce ve bireysel ya da sosyal davranış problemlerimize mesnet teşkil eden ana kaynağı oluşturmaktadır.
- Aklı devre dışı bırakarak nassın tek başına yeterli olduğunu zannetmek, rivayetleri kutsayıp eleştiri konusu olmaktan çıkarmak; ümmetin içinde haricilik, tekfircilik ve kadercilik gibi çarpık inanç ekollerinin gelişip yayılması sonucunu doğurmuştur.
- Bidatlere bulanma, sömürgeye elverişlilik, şiddeti yüceltme, tefrikayı içselleştirme, körü körüne tarafgirlik gibi sosyal hastalıklarımız; bütünü ıskalamamızdan, elimize geçirdiğimiz parçanın bütünün kendisi olduğuna kendimizi inandırmaktan ve lafzın yanında manayı ve maksadı da göremememizden dolayı derinleşerek bugüne kadar gelmiştir.
- Tarihi ibret vesilesi olarak görüp ders çıkarmak yerine övgü ya da sövgü malzemesi yapmamız; bilgiyi hor görüp her şeyi duygudan ibaret görmemiz; tedvin kudretimizi yitirip bilgi üretemez hale gelmemiz; temyiz kabiliyetimizi kaybedip iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırt edemez hale gelişimiz… bütün bu hastalıklı durumlarımız, her ikisi de Allah’ın bize ikramı ve emaneti olan akıl ile vahyin arasını açmamızdan, bu ikisini birbirine rakip, hatta düşman gibi görmemizden kaynaklanmaktadır.
- Nezaketi istihza konusu edip kabalığı yiğitlik saymamız; insan olmadan müslüman, bilgi sahibi olmadan düşünce sahibi, sorumlu davranmadan müttaki olunabileceğini zannetmemiz gibi derin yanılgılarımız, tasavvurumuzu Kur’an’ın kavramlarıyla inşa edemeyişimizden kaynaklanmaktadır.
- Hakikati anlama çabalarını küçümseyip kendi cemaatimizin doğrularını tartışmasız hakikat ilkeleri olarak görmemiz, mümin şahsiyetin inşasında temeli oluşturan ahlâkın yerine akideyi koymamız, piramidi tersine çevirerek cezayı eyleme, eylemi inanca, inancı da ahlâka göre daha üstün görmemiz, Kur’an’ın hayat inşa eden muhteşem kavramlarını yeterince kavrayamamamızdan, daha da kötüsü taassupkârane tarafgirlikler sebebiyle vahyin kavramlarını çarpıtmamızdan, içini boşaltıp kendi hiziplerimizin kifayetsiz manalarını Kur’an’ın kavramlarına yedirmeye çalışmamızdan kaynaklanmaktadır.
- İslam coğrafyası genelinde karşımıza çıkan sosyal, ekonomik ve siyasal sorunların bir çoğu hilafet gibi kuşatıcı güçlü bir siyasi şemsiyeyi yitirmekten kaynaklanmaktadır. Hilafet kurumunun ilgasıyla darmadağın olan Âlem-i İslam, küresel şer odaklarının ve zalim büyük komşularının çifte sömürüsüne sahne olmuştur. Batı medeniyeti karşısında farklı alanlarda peşpeşe yaşanan yenilgiler, cetvelle çizilen sun’i sınırların yol açtığı toprak sorunları, şeytani bir ustalıkla körüklenen etnik çatışmalar, son derece zengin tabiî ve beşerî kaynaklarının fütursuzca sömürülmesi gibi tarihî ve sosyolojik travmalar, Ümmet-i Muhammed’in özgüvenini yitirmesine ve kimlik krizi yaşamasına yol açmıştır.
- Kur’an’ın ve Sevgili Nebi’nin bize tavsiye ettiği tevbeyi ve nefis muhasebesini anlamını bilmediğimiz Arapça sözleri belli bir nağme eşliğinde tekrar etmekten öteye geçirerek hatalarımızdan yakıcı bir pişmanlık duymayışımız ve içtenlikle özeleştiri yapamayışımız ve bize eleştiri yöneltenleri düşman belleyişimiz; dilimizle farklı söylesek bile kendi mezhebimizin, meşrebimizin, cemaatimizin ve önderimizin korunmuş olduğuna kesin olarak inanmamızdan kaynaklanmaktadır.
- Büyük insanların, dinî ve siyasi önderlerin, eski ve yeni âlimlerin hata yapabileceğini kabul etmeyişimiz ya da bir hatalarını gördüğümüzde onların gözümüzden büsbütün düşmesi, sorumluluğun “ferden” olduğunu, ayıklamanın ve doğru olanı seçmenin kaderimizin taa kendisi olduğunu kavrayamayışımızdan kaynaklanmaktadır.
- Allah’ın koyduğu ölçülerle yetinmeyişimiz; sahte kutsallar ve asılsız takva anlayışları geliştirmemiz, yalancı otoriteler oluşturmamız; Allah’ın hakkını yeterince takdir edemeyişimizden ve O’nun bizim için belirlediği çerçeveye razı gelmeyişimizden kaynaklanmaktadır.
- Allah’ı bir, Peygamber’i bir, Kitab’ı bir, Kıble’si bir olan Ümmet-i Muhammed’in dirlik bulamaması birlik olamamasından, birlik olamaması da “Kardeş olun” ve “Müminler ancak kardeştirler” gibi açık ilahi talimatlara kulak asmayışından, daha da kötüsü kendi kavim, hizip, mezhep ve grup menfaatlerini ümmetin menfaatlerinden üstün ve öncelikli görmelerinden kaynaklanmaktadır.
Dengeli bir ümmet olabilmek
Akıl vahyin aydınlatıcı kılavuzluğundan vareste kalamaz. Ancak, vahyin hidayet olabilmesi ve insanlığa dosdoğru yolu gösterebilmesi de aklın faaliyetine vabestedir.
Bu haftaki yazımızı Rabbimiz’in Âl-i İmran Sûresi’ndeki şu diriltici buyruklarıyla noktalayalım:
“102. Ey (Kur’an’a) iman edenler! Allah’a karşı sorumluluğunuzun gereğini hakkıyla yerine getirin! Ve (Allah’a) tam teslim olmadan can verecekseniz, sakın ölmeyin!
- Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın ve birbirinizden ayrılmayın! Ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman iken kalplerinizin arasını uzlaştırdı da, O’nun lutfu sayesinde kardeş oldunuz; ve siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız da, sizi oradan kurtardı! İşte bu şekilde Allah size mesajlarını açıklar ki doğruyu bulasınız.
- Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran bir ümmet olun! İşte onlar, evet onlardır sonsuz mutluluğa erenler.
- Kendilerine hakikatin apaçık belgeleri geldikten sonra parçalanıp birbirine düşen kimseler gibi olmayın; işte bunlar var ya, korkunç bir azaba müstahak olanlardır;
- bazı yüzlerin ağarıp bazı yüzlerin karardığı o günde, yüzü kara çıkanlara (denilecek ki): “İmana erdikten sonra inkâra saptınız ha? O hâlde, inkârınızdan dolayı tadın azabı!”
- Fakat yüzü ağaranlar Allah’ın rahmetine garkolacaklar; onlar o rahmette daimi kalacaklar.
- İşte bütün bunlar Allah’ın mesajlarıdır. Biz bunları sana, gerçek bir amaca mebni olarak iletiyoruz; zira Allah, hiç kimseye haksızlık etmek istemez.
- Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’a aittir; ve tüm iş ve oluş sonunda Allah’a döner (bu yüzden kâinattaki her şey Allah’ın yasalarına göre hareket eder).”
Mustafa İslâmoğlu hocamız, açık ve anlaşılır şekilde çevirdiği bu muhteşem âyetlere şu notları da düşmüştür:
- Allah Rasulü 103. âyette sözü edilen ipin Kur’an olduğunu söylemiştir (Müslim, 2:227; Tirmizî, 4/343). Vahdet sosyal tevhid, tevhid akidevi vahdettir. Doğal olarak tefrika da sosyal şirk olmaktadır.
- 104. âyetin alternatif bir anlamı da şudur: “Ümmet saparsa onu düzeltecek bir maya topluluk bulunsun!” Bu bir ebedî risalet çağrısıdır. Risaletin Nebi’den sonra ümmetin omuzlarında olduğunu beyan eden bu âyet Fâtır Sûresi’nin 32. âyeti ışığında anlaşılmalıdır. Bu âyet “ümmet” olmanın bir takım kurmak ve kuru kuruya o takıma mensup olmak değil, ehliyet ve liyakat kesbetmek demeye geldiğinin belgesidir. Zira ‘ummet’ kelimesinin türetildiği kök “anne”, ümmet de insanlığa anne gibi şefkat ve merhamet abidesi kesilen toplum anlamına gelir.
- 105. âyetle yasak kılınan görüş farklılığı değil, bu farklılıkların inanç birliğini parçalamasına izin vermektir.
- 109. âyette zımnen şöyle denmektedir: Ey insan! Bütün bir kâinat Allah’ın yasalarına uyarken, sen Allah’ın tabiat, tarih ve toplum için koyduğu yasaları gözardı ederek nasıl bir netice elde etmeyi bekliyorsun?! Bütün bir kâinat Allah’a aitken, sen O’na isyan ederek kime sığınmayı düşünüyorsun?
- 110. âyetten itibaren sûre, Uhud imtihanı üzerinden İslâm cemaatine hitap ediyor ve Müslümanların evrensel ahlâkî sorumluluklarını hatırlatıyor. (Hayat Kitabı Kur’an: Gerekçeli Meâl-Tefsir, İstanbul 2013, c. I, s. 125-126).