-- Diriliş Postası, Mütefekkir Ulemâdan İstifade Edebilmek

ALİ MURAT DARYAL HOCA’NIN ÖZGÜN FİKİRLERİNDEN İSTİFADE EDEBİLMEK

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page

15 Mart 2017 tarihinde İstanbul’da vefat eden merhum Ali Murat Daryal Hoca’nın bazı özgün yaklaşımlarını, eski yeni tüm eserlerini bir arada basan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları’ndan çıkan son nüshalarını esas alarak siz muhterem okuyucularımla paylaşmakta yarar görüyorum:

 

İbadetlerimizin Felsefesini, Psikolojisini ve Sosyolojisini Geliştirebilmek

İnsanlar inandıkları varlık oranında büyüktürler ve besledikleri inançların kuvveti ölçüsünde de güçlüdürler.

“İslam’da kurban ibadeti, genel olarak ibadetlerin takip ettikleri seyre zıt bir seyir gösterir. Müslümanlar bunu tabii karşılarlarken Batılı Hıristiyan şer odakları bu zıt oluşumu Müslümanların aleyhinde kullanmak ve onları aldatmak için, onda kendi hesaplarına istismar edecekleri malzeme bulmak istemişlerdir. Bu taarruz ve hücumlar daha önceleri kendi tabii seyrine göre gelişirken meselenin siyasileşmesi ile beraber hızını ve şiddetini çok daha fazla arttırmıştır. Müslümanlar, bu taarruz ve hücum karşısında savunma mevzilerine geri çekilmişler ve bu durum şirret Batı’yı daha da cesaretlendirmiştir. Nihayet iki tarafın tutumu ile ortaya böyle bir tablo çıkmıştır.

Bütün bunların bir tek sebebi vardır ki, o da Müslümanların bir ibadet felsefesi kuramamış ve yine bu kapsam içinde isimleri bugüne göre belirlenmiş de olsa bir ibadet psikolojisi ve sosyolojisi geliştirememiş olmaları idi. Her bir Müslüman; “Ben ibadetlerimi yaparım, bu ibadetlerin bende hâsıl etmek istediği kemâlat ve tekâmül nasıl olsa bende tecelli eder ve ben nasıl olsa arzu edilen manevi mertebelere ulaşırım.” diye düşünüyordu. Bunda haklıydı da. Bir ilacın iyi gelmesi için hastanın o ilacın terkibini bilmesinin lüzumlu olmadığı gibi…” (1).

 

İnandığımız Değerlerin Hakkını Verebilmek

Peygamber’in önderliğine atfen ‘önder olma’nın lüzum ve değeri maalesef Müslümanların zihinlerine yerleştirilememiştir.

“Nüfus kâğıdımızda, “Dini: İslâm” yazıldığı için Müslüman olmamalıyız. Yani mirasyedi Müslüman olmamalıyız. Madem inançlarımızın değeri onların bizlere olan maliyeti ile değişmektedir, öyleyse bizlere düşen en büyük vazife, her türlü aşırılıklar müstesna, elimizden geldiği kadar kendimiz için inançlarımızın maliyetini arttırmaya çalışmak olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, insanlar inandıkları varlık oranında büyüktürler ve besledikleri inançların kuvveti ölçüsünde de güçlüdürler.” (2).

 

İslam Tarihini Psikososyal Açıdan Tahlil Edebilmek

Başka medeniyetlere benzeme gayreti içine düşen bir medeniyet, medeniyetler camiasında layık olduğu saygın yerini bulamayacaktır!

“İslam tarihçileri, İslâm’ın vahye dayalı tarihini lâyık olduğu gibi anlamamışlar ve pek tabii anlatamamışlardır. Hz. Peygamber’in vahiy öncesi hayatı ile ilgili ve daha sonra Mekke devrinde vukû bulan Hadiselerle ilgili gerekli yorum ve değerlendirmeleri yapamamışlardır. Bazılarını her nedense, belki fark edemedikleri için, bahse konu etmemişlerdir… Hz. Peygamber’in “dilde” ve diğer konulardaki önderliği gibi… Bazılarının da üzerinde durulup düşünülmesini, niçindir bilinmez, zait görmüşlerdir… Harplerde olduğu gibi…

İslam tarihçilerinin hicret ile başlayan Medine devrine ilişkin tutumları da aynıdır. Nitekim Medine’de “devlet kurma” çalışmalarına beklenen ilgiyi göstermemişler, en azından bu konuyu öne çıkarmamışlardır. Mesele bu kadarla kalmamış, taşıdığı değer itibariyle Medine devrini temsil eden “harpler”i yendi-yenildi diye anlatmışlardır. Halbuki yenmek veya yenilmek ne zamandan beri mucize sayılıyordu ki? Daha sonra, müşrikler şu kadar zayiat verdiler, Müslümanlar bu kadar şehit verdiler demek suretiyle harpleri değerlendirdiklerini sanmışlardır…

Milattan dört yüz seksen yıl önce Grekler ile Persler “Salamis”de harp etmişlerdir. Bu harplerde Grekler gâlib gelmişler, Persler mağlup olmuşlardır. Şimdi putperest Grekler gâlib gelirlerken mucize mi göstermiş oluyorlardı… Yoksa ateşperest Persler mağlup olurlarken mucize mi göstermiş oluyorlardı… Öyleyse, Bedir gâlibiyetini Greklerin gâlibiyetinden ayıran ve onu mucize yapan neydi? Uhud’da Müslümanlar mağlup olmuşlardı, Müslümanların bu mağlubiyetini Perslerin mağlubiyetlerinden farklı kılan ve onu mucize yapan neydi? Keza İran’da hendek kazma şeklinde uygulanan savunma tarzını tekrar etmekle, Hendek harbi ile ilgili bir mucize mi tecelli etmiş olacaktı? Öyleyse “Hendek direnişi”ni mucize yapan ve onu müstesna kılan neydi?

Bütün bunlar önce vahiy ve daha sonra Hz. Peygamber’in önderliği ile ancak anlaşılacaktı. Fakat Hz. Peygamber’in önderliği ile ilgili bu günlere kadar bu veya benzeri başlıklar altında bir çalışma yapılmamıştır. İslâm âlimleri kitaplarını yazarlarken konuları ile ilgili olarak Hz. Peygamber’in söylediklerinden ve uygulamalarından nakiller yapmışlardır. Fakat bunlar geniş bir çerçeve teşkil etmeyip bütün içinde cüzî kalmışlardır. Daha önemlisi bu nakiller “Hz. Peygamber’in Önderliği” başlığı altında Müslümanların dikkatlerine sunulmamıştır. Bunun kadar önemli bir diğer husus Hz. Peygamber’in önderliğine atfen ‘önder olma’nın lüzum ve değeri Müslümanların zihinlerine yerleştirilememiştir.” (3).

 

Medeniyetler Camiasındaki Saygın Yerimizi Yeniden Kazanabilmek

İslam, hayata saygıyı insanla sınırlı olmaktan kurtarıp bütün canlıları, hattâ cansızları kapsayacak şekilde yaygınlaştırmıştır.

“Bir medeniyet başka hiçbir medeniyete benzemeyi istemez ve düşünmez. Zira o taktirde kendisi olmaktan çıkacak, başkaları gibi de olamayacaktır. Şayet böylesine bir dikkat ve hassasiyet göstermeyecek olursa ve bilakis başka medeniyetlere benzeme gayreti içine düşerse bu takdirde medeniyetler camiasında layık olduğu saygın yerini bulamayacaktır. Sahicisi varken kimse taklidine itibar etmeyecektir. Taklit ettiği medeniyet veya medeniyetlerin arkalarında ikinci üçüncü sıralarda kalacaktır. Asırlar boyu devam edegelen bu süreç içinde insanlar ilk ön sıraya geçmek hususunda ümitsizleşecek, yılgınlaşacak ve kurtulunması mümkün olmayan bir teslimiyet içine gireceklerdir. Dolayısıyla “yaratıcı güçlerini” ve “atılım kabiliyetlerini” kaybedecekler ve eriyip yok olup gideceklerdir.

Gayet tabii medeniyetler uzun süren “sosyal hayatları” içinde ihtiyaç duydukları müesseseleri başka medeniyetlerden alacaklardır. Ancak bunları gelişigüzel ve oldukları gibi almayacaklardır. Çünkü alış tarzları ve aldıkları müesseseler onların geleceklerini belirleyecektir. Bu bakımdan medeniyetlerin bu müesseseleri yabancı medeniyetlerden alırlarken takip edecekleri tek yol, bu müesseseleri iki kademeli bir seyir hâlinde ele almak olmalıdır. Bu cümleden olarak bu medeniyetler, ilk önce ihtiyaçlarını “kendi hayati ölçülerini” temel alarak belirleyeceklerdir. Müteakiben bu ihtiyaçlarını tahlil ederek, üzerinde durup düşünerek ve mukayeseler yaparak önem sıralarına göre tasnif edeceklerdir. İhtiyaçlarından en fazla ihtiyaç duyduklarını alacaklardır.

İkinci merhalede medeniyetler yabancı medeniyetlerden kendilerine göre bazı “sosyal müesseseleri” alacakları zaman ilk önce bu sosyal müesseseleri en alt birimlerine kadar parçalarına ayıracaklar, daha sonra bu bölümler üzerinde ayrı ayrı durup düşünerek, yorumlayarak ve konu hakkında en ince teferruatına varıncaya kadar sağlam fikirler geliştirdikten sonra artık ayırdıkları parçaları kendi zevklerine, dehalarına, inanç ve değerlerine göre yeniden birleştirip şekillendirerek bünyelerine kabul edeceklerdir. Bu noktadan sonra artık bu sosyal müessese başka hiçbir medeniyete değil sadece o medeniyete ait olacaktır.

Mozart, Viyana muhasarasında surlar arkasında “mehter müziği”ni dinledikten sonra evine gidip “Türk Marşı” adıyla bir eser bestelemiştir. Bu eserin isminden başka Türk musikisi ile hiçbir alakası yoktur. Bu notalar yığınının en alt kademelerine inilebilirse belki orada Türk müziğine ait bazı nağmeler bulunabilir.

Velhasıl bir medeniyet kendini bütün bütüne dışarıya kaparsa o medeniyet kendi içine dönecek, tekrara düşecek ve kendini yenileyemeyecektir. Bunun aksine şayet kendini bütün bütüne dış dünyaya açacak olursa bu defa dış müdahalelerle kendisi olmaktan çıkacaktır. Her iki halde de değişen fazla bir şey olmayacaktır. Belki bir zaman önce ve belki bir zaman sonra içinden çürüyecek ya da dış müdahalelerle her ikisi de yıkılıp yok olup gideceklerdir.

Hâsılı, medeniyetler varlıklarını koruyup sürdürmeleri hususunda kendileri için mevzu bahis olan iki tehlikenin ortasını bulduktan sonra içlerinde sağlam, dışa karşı dikkatli olmaları gerektiği ilkelerine riayet etmek durumunda olacaklardır.” (4).

 

İslam’ın Evrensel Değerlerini Doğru Yorumlayabilmek

“Kur’an-ı Kerim nazil olmasaydı ve onun ‘Peygamber-i zîşân’ı Muhammed aleyhisselam teşrif etmeseydi dünya var olduğu günlerden bu günlere kadar bir değer üretemediği gibi, görünen oydu ki bundan sonra da bir değer üretemeyecekti. Afrika’da ve diğer ülkelerde zencilerin başlarına çöken felaketler hâlen devam etmiyor mu? Son zamanlara kadar süregelen Kızılderililerin kafa derilerinin soyulması bugün uygulanmıyorsa bu durum Batılı insanın insafından değil, kafa derisi soyulacak Kızılderili kalmamasındandır!

Yahudi-Hristiyan Batılılar Kuzey Amerika’ya geldikleri zaman bu topraklarda yedi milyon Kızılderili yaşıyordu. O tarihlerde İngiltere’nin nüfusu on milyon civarındaydı. O günlerden bu günlere kadar sömürgelerinde yaşayan insanlarıyla beraber İngiliz nüfusu ne miktara ulaşmıştır? Buna karşılık Kızılderililerin nüfusu kaç bine düşmüştür? Amerikalı bir profesörün bir seminerinde; “Biz evvela Kızılderili nüfusunu azalttık, daha sonra onları beyazların yaşayamayacakları yerlerde oturmaya mecbur bıraktık!” diyerek tebessüm etmesi(!) Amerika’nın ve Amerikalının insan haklarından ne anladıklarını göstermektedir. Bu zât itiraflarını yeterli bulmuş olacaktı ki önceki yıllarda Kızılderili perçemi getiren her avcıya ne miktar para verildiğine temas etmemişti. Bu insanların tutumu bu kadarla sınırlı değildi. Onların tahribatı hayvanlar âlemini ve tabiatı bütünüyle kapsayacak şekilde bir yapı halini almıştı. Birçok canlı türü yok olmak durumunda kalmış, göller asit deposuna dönüşmüş, toprak ve hava zehirlenmişti!

Kur’an-ı Kerim bir sûresine “Kehf” adını vermiştir. Bu kelime “Ashâb-ı Kehf” tabirinin bir cüzüdür. Ashâb-ı Kehf tabiri isim tamlamasıdır. “Ashâb” arkadaş manasında “sâhib” kelimesinin çoğuludur. “İnsan” daha doğru manasıyla “insanlar” cemiyet demektir. Kehf “mağara” demektir, kaya, taş, toprak manasına gelir. Lisanda az önemli olan daha önemli olanı tamamlar. “Ahmed’in defteri” tamlaması defteri Ahmed’e ait kılar. İslâm “mağara arkadaşları, mağara insanları” tabiriyle aziz, muhterem, mükerrem saydığı insanı daha az önemli olan taşa, toprağa, kayaya ait kılmış, bununla o, insanın kıymetinden bir kısmını maddeye izafe etmiş, ayrıca insanın maddenin imkânlarıyla ancak tamamlanacağını anlatmış oluyordu. İlaveten araya “Kıtmîr” adıyla anılan köpeği de dahil ediyordu. Hasılı İslâm önce insanları, daha sonra onların aralarına hayvanları temsilen köpeği ve en sonunda insanlığın sonsuz ihtiraslarına sınır getirmek için maddeyi, yani mağarayı bitkileriyle beraber ele alarak sınıfsız, ideal toplumun şemasını sunmuş, varlık âlemine bütünlük ve uyum getirmiştir. Kehf Sûresi’nin birbirini takiben gelen üç ayetinde ayrı ayrı üç defa “kelbuhum; köpekleri” diyerek köpeklerinden bahsedilmesiyle, Batılıların son asırlarda kurmaya çalıştıkları “hayata saygı felsefesi”nden bindörtyüz küsur yıl kadar önce, İslâm, hayata saygıyı insanla sınırlı olmaktan kurtarıp, bütün canlıları, hattâ cansızları kapsayacak şekilde yaygınlaştırmıştır.” (5).

 

Kaynaklar:

1- DARYAL, Ali Murat; Kurban Kesmenin Psikolojik ve Metafizik Temelleri, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2009, 507 s.

2- DARYAL, Ali Murat; Dinî Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2009, 336 s.

3- DARYAL, Ali Murat; İslam’ın Doğuş ve İlk Yayılışının Psiko-Sosyal Açıdan Tahlili, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2014, 478 s.

4- DARYAL, Ali Murat; Psiko-Sosyal Açıdan Medeniyetler ve Mesajları, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2015, 246 s.

5- DARYAL, Ali Murat; İslam’ın Değerleri ve Yorumları, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2016, 528 s.

6- https://1000kitap.com/yazar/ali-murat-daryal/kitaplari/, 16 Mart 2017.

Share via WhatsappShare on FacebookTweet about this on TwitterShare on LinkedInEmail this to someonePrint this page
HAYATINI İMANINA ŞAHİT KILAN HOCA: ALİ MURAT DARYAL (1931-2017)
MEHMET SAVAŞ HOCA’DAN İLMİN VAKARINI ÖĞRENMEK

Yorum yap

Yorum

  1. Ali Murat Hoca çalışmış, çaba sarf etmiş, Allah mağfiret etsin. “Kurban İbadeti” deyince, namaz, hac, oruç ibadeti de demek gerekir. Oysa bunlar menasık/nüsuk değil mi? Keşke “İBADET” kavramı, doğru kullanıma kavuşsa diye düşünüyorum… Sağlık ve selâmetle.

  2. Allah Ali Murat Daryal hocayı cenneti ile mükafatlandırsın.
    Alıntılar için teşekkürler.
    Fethi hocam 1931 doğumlu Türkiye’li bir müslüman için gerçekten güzel
    Değiniler buldum. Öğrencileri ve biz öğrencileriniz hocanın dikkat çektiği konuları tartışmaya açarak rahmetlinin emeğine saygımızı göstermeliyiz.
    Katılmadığım tespitler var ama bu hocanın samimi gayretine asla halel getirmediği gibi benim gözümde hocayı daha sempatik hale getirdi.
    Detayları hocayla havuz başında konuşmayı ümid ediyorum.
    Rabbim hepimize rahmet etsin.Vesselam

  3. Allah rahmet eylesin, irtihali üzerine kaleme alınan bu yazı ile tanıdığım Ali Murat Hoca gerçekten ilginç bir şahsiyetmiş. Onu ilginç kılan imanını ve amelini aklın süzgecinden geçirerek özümsemesidir. Bu yaklaşımda akıl hissiyatın önüne geçmektedir. Bu ümmetin, yorumları naslaştırarak farklılıklar karşısında kavga değil zenginlik kabul ederek Ali Murat Hoca gibi İslam’a yaklaşmaya ihtiyacı var. Belki o zaman Müslümanlar sağa sola bu kadar savrulmazlar, diye düşünüyorum, ne dersin Fethi Hocam. Bu derin hazineyi tanıttığın için teşekkür ederim. İnşaallah eserlerini bulduğum yerde alıp okuyacağım.